8 Şubat 2012 Çarşamba

DELİ 1

Zekeriya'yı kaybettiğimizde ben 10 yaşındaydım. Küçük amcamın doğuştan zihinsel engelli oğlu olan Zekeriya benim yegane oyun arkadaşımdı. Benden 7 yaş büyük olmasına rağmen en iyi arkadaşım olduğu için, ağabey değil de ismiyle hitap ederdim. En sevdiğimiz oyun futboldu. Evimizin önündeki geniş bahçeye taşlardan kale yapar, iki kişi geniş çimenlikte akşama kadar top oynardık. Hastalığından dolayı topa pek güzel vuramazdı ve ben her seferinde yenerdim onu. Oyun sonlarında ise yaptığım sevinç hareketlerine öfkelenir, gücünü kontrol altına alamadığı için canımı acıtırdı her seferinde. Ağlayarak eve kaçardım hemen. Benim o halimi, gören amcam mahçup bir şekilde beni teselli eder yakalayabilirse de kıyasıya döverdi Zekeriya'yı. Ben onun yediği dayaklara üzülür ama belli etmezdim. Bilirdim ki her seferinde Zekeriya gelecek ve benden,becerebildiği kadarıyla, özür dileyecek. Sert geçen bir kış mevsiminin yaşandığı o senenin sabahı da karlar üzerinde maç yapmıştık. Sonu malum. Ben yenmiş, O'nu kızdırmıştım. O da beni ağlatmış ve amcamın hışmından kaçmıştı. Bir daha da gelmedi. 2 gün haber alamadık kendisinden. Amcam jandarmayı ve polisi seferber etti ama bulamadılar. Üçüncü gün kar yağışı durunca, kasabanın çıkışındaki lokantanın orada donmuş cesedini buldular.Kendimi hiç affetmedim ve bir daha da asla topa ayağımı sürmedim.

7 Şubat 2012 Salı

TANRIM, HESAP LÜTFEN!


Bazen diyorum ki, ölsem şöyle afilisinden...
Mesela, burada kar yağıyor. Her yer beyaz. Dikey kesip bileğimi, canımı akıtsam bembeyaz karın üzerine, kırmızı kırmızı, sıcak, ağır ağır... Sonra o beyazlığın içinde cesedim morarsa. Kırmızı, mor, beyaz... Hiç göremediğim gökkuşağını eksik de olsa kendimle yapabilsem.
OKYAY TUNCER

1
Okulumuzun karşısındaki fabrikaya ait lojmanların çam ağaçlarından oluşan bahçesi, okulu kırıp gizlice sigara içtiğimiz anların vazgeçilmez mekânıydı.  Arkadaşlarım Marlboro veya Parliament içerken ben sarı paketi ve sevimli devesiyle Camel’i tercih ederdim. Ayrıca deve figürünün içinde ki “gizli insan figürünü” aramak büyük eğlenceydi.  İçtiğimiz 6-7 sigarayı geçmediği için fiyatları etkilemezdi bizi o yıllarda. Sonraları o gruptaki arkadaşlarımın hepsi birer tiryaki olarak yollarına devam ederken ben, içki içerken içtiklerimi saymazsak, bir türlü alışamamıştım şu merete. Belki de hayatta kendi adıma yaptığım en hayırlı iş olmuştu bu.
                O gün de, yatağıma uzanıp arkadaşlarla meyhaneye gideriz diye, bir ay önce almış olduğum paketten bir tane çıkarıp yaktım. Bilgisayarımda, sonradan şarkıdaki gerçek manayı anlayamamış olduğumu fark ettiğim, MFÖ’den “Yalnızlık ömür boyu” çalarken ilk fırtı çektim. Uzun zaman sonra içtiğim için vücudumda tatlı bir uyuşma oldu ve benim buna ihtiyacım vardı. Şarkının ortalarında Fuat’ın insanın içine işleyen gitarının sesiyle biten sigaramı söndürüp doğruldum yavaşça. Korkudan ziyade, sigaranın uyuşturmasıyla titreyen bacaklarımla tuvalete doğru yürüdüm. Ellerimi ıslatıp saçlarımı geriye doğru taradım. Parfümümü sürdüm. Aynalı dolabın kapağını açıp, jilet paketine uzandım ve içinden bir tane aldım.
Sanırım bir filmde görmüştüm. İntihar ederken bileğinize jilet ile atacağınız kesik, yatay değil de dikey olmalıymış. Nedendir bilmem bu gereksiz bilgi zihnimde yer etmiş. Elimi yumruk yapıp, kolumu lavaboya uzattım. Bileğimi çevirince, sıkmış olduğum yumruğun neticesi olan şişmiş damarlar rahatça görülebiliyordu. Bir an durdum.
"Tereddüt edersen vazgeçersin" demiştin bir keresinde, hatırlarmısın? Sahilde yürüyorduk hani. Sen,ben  yan yana. Arka fonda insanlar figüran. Kaşarlanmış bir ressamın elinden çıkmış bir resim gibi deniz. Başrolde de biz! Aklımı okudun, "elini tutsam mı tutmasam mı?" diye düşünürken : "Tereddüt edersen vazgeçersin"
Tereddüt etmeden jileti geçiriverdim sol bileğime. Önce kesilen yerde yanma ve acı oldu ama kan yoktu. Bir an kesiğin hafif olduğunu düşünüp ikinci darbeye hazırlanıyordum ki, kapakları açılmış bir barajın suları gibi bileğimden lavaboya kan fışkırmaya başlamıştı. Bu kadar çok kan akacağını tahmin etmemiştim.  Bir anda gözlerim kararmaya başladı. Daha önce de birkaç kez bayıldığım için bunun bayılma emaresi olduğunu anlamıştım. Allah kahretsin! Yanlış yapmıştım. Daha diğer bileğimi kesecektim. Büyük bir ironiyle, İntihar eden biri değilmişim gibi düşüp başımı bir yere vurmamak için yere oturdum. Her işimi olduğu gibi bu işimi de bok etmiştim. Bileği kesilmiş sol elimle, sağ bileğimi de kesmek için hamle yaparken yüzükoyun yere yığıldım. Bayılmışım.
“Lütfen” demiştin, “Lütfen binelim.” Hayatta en korktuğum şeylerden biri olmasına rağmen seni nasıl kırabilirdim ki. Bileti kesen Çingene, kahverengi dişleriyle sırıtarak, “Düşürmeyesin yingemi, sıkı tut.” demişti. Sanki suç işlemişimde kendimi aklıyormuşum gibi, arkadaşız, yenge değil, diye saçmalarken elimden tutup kararlı bir şekilde çekmiştin beni “Gondol”a doğru. Çingene, Brad Pitt; dere kenarına kurulan panayır, Las Vegas’ta bir eğlence merkezi; Gondol da dünyanın en sevimli zararsız eğlence aletine dönüşmüştü o elimi tuttuğun anda. Yürümüyor uçuyordum adeta elim elindeyken. Sonrası kâbus. Hızlandıkça hızlanan gondol, benim feryatlarımla gaza geldikçe gelen Çingene ve bir bok çuvalı gibi omzuna doğru düşen naçiz vücudum.  Gözlerimi açtığımda seni değilde kahverengi dişleriyle sırıtan çingeneyi gördüğümde öldüğümü anlamıştım.Bu çirkin surat bir insana ait olamazdı. Bir zebaniydi bu. Fakat sonra karanlık yavaşça kaybolurken bir güneş doğdu. Benim güneşim. Sen.“Çok korkuttun beni.” Deyince içimin yağları eridi. Tekrar bayılırım diye korkup ayaklandım. “(H)emen de tırstın bea.” diye güldü pişkin pişkin çingene Brad. Kafa göz dalayım diye düşündüm fakat beni düşmemek için senin tuttuğunu fark edip utandım ve vazgeçtim. Yeniden el eleydik.
2
Çilingir yardımıyla 3 katlı Bahar apartmanın çatı katındaki eve giren polisler, tuvalet karolarının üzerinde yüzükoyun yatan genç adamın solmuş vücudunu bulduklarında, sol bileğinden hala kanlar süzülmekteydi. “Ölmüş mü?” dedi kıdemli olan. O sırada evin giriş kapısında polisleri beklerken kötü bir şey olmaması için dua eden arkadaşı, duyduğu bu cümle sonrasında, “başından aşağı kaynar sular dökülmek” deyiminin ne demek olduğunu yaşayarak öğrendi. Zihni boşalmış bir şekilde koşarak sesin geldiği yöne doğru koştu. Yerde solgun bir şekilde yatan arkadaşı Reşat’ın gülümseyen vücudunu gördüğünde donup kalmıştı. Yere, vücudun yanına çömelmiş olan polisin “Yaşıyor” diye heyecanlı haykırışını hayal meyal hatırlıyordu. Kıdemli polis cep telefonunu çıkarıp “memur hattı”yla ambülâns isterken tuvalette bulunan havluyla Reşat’ın bileklerini sarmaya çalışıyordu. Arkadaşı şoka girmiş, “Bunu nasıl yapar?” diye sayıklıyor bir yandan da ağlıyordu.
“Onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Nasıl başardın bunu?” dediğini hatırlarsın İsmet’in Halil’in doğum günü partisinde. Sen de “Asıl ben çok mutluyum. Çok şanslı hissediyorum kendimi Reşatla olduğum için. ” demiştin. Hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum. Hayatımdaki eksik parçam sendin ve seni bulmuştum. “Oğlum bu kızı üzersen ağzına sıçarım senin” demişti dostum İsmet şakayla karışık. Bende sana sarılıp “Asla” demiştim. “ASLA”
Reşat Taner’in yalnız yaşadığı evinde intihar ettiği haberini alan arkadaşları apar topar hastaneye koşmuşlardı. Onları lobide İsmet karşılamıştı. “Durumu nasıl abi?” diye sordu biri. “Çok kan an kaybetmiş ama bulduğumuzda nefes alıyordu. Allahtan tek bileğini kesebilmiş.” dedi  İsmet.  “Kan filan lazım mı? Grubu neymiş?” dedi bir diğeri “Lazım oldu ama ben hallettim. Uyuyormuş benim ki.”  Diye cevapladı İsmet. “Neden yapmış ki böyle bir şeyi? Hiçbir derdi yoktu bildiğim kadarıyla.” Diye bir soru yükseldi arkadaş grubunun arkalarında. İsmet Reşat’ın çocukluk arkadaşıydı. Neredeyse birlikte büyümüşlerdi. Birbirlerinin bütün sırlarını bilirlerdi. Ama bu sorunun cevabını o da bilemiyordu. Tahmin edebiliyordu ama bilemiyordu. “Ben babasına haber vereyim” diyerek grubun yanından ayrıldı.
Cafede yaptığımız kavgadan sonra öylesine rahatlamıştım ki üzerimden yüzlerce kiloluk bir yük kalkmıştı sanki. Pamuk gibiydim. Hafiflemiş, hiçbir derdim kalmamıştı. Sorumluluklarım gitmiş ve beni sıkılmış bir süngere çeviren “seni üzmemek” takıntısı son bulmuştu. Hayatımı yaşamaya karar vermiştim ve yaşıyordum da… Ta ki seni gördüğüm o akşama kadar. Arkadaşlarınlaydın. Birkaç masa uzağımda bütün güzelliğinle ve çevrene yaydığın enerjiyle oturuyordun ama sana yaklaşamıyordum. En güzel melodilerden bile güzel sesini duyuyordum ama konuşamıyordum. En kötüsü sana dokunamıyordum. O an ruhani bir el göğüs kafesimden içeri daldı ve kalbimi yakalayarak var gücüyle sıktı. Nihayet anlamıştım; bok kokuları sarmış bir bataklığa dönen hayatımı mis kokulu çiçek bahçesine getiren bahçıvanım , sen, artık yoktun.
3
Kendime geldiğim de, sanırım başardım diye düşündüm. Gözümün önündeki kusursuz beyazlık, bayıldığımda yüzü koyun şimdi ise sırtüstü yatıyor olmam(sanırım görevli melek günahlarımın ve sevaplarımın dökümü yapılacağı için buraya getirmiş ve dinlenmem için yatırmıştı) ve (artık sadece ruhen var olduğum ve vücudumdan kurtulduğum için) oldukça hafiflemiş hissediyor olmam bu işi başardığımı düşündürtmüştü bana. Duyduğum melek sesi şüpheye yer bırakmamıştı.”Geçmiş olsun” Sesin geldiği yöne başımı çevirdiğimde yanıldığımı anlamam çok uzun sürmedi. Bana seslenen beyazlar içinde bir melek değil beyazlar içinde bir doktordu. Kurtarılmıştım ve hastanedeydim. Her işte olduğu bu işte de muvaffak olamamıştım. Kendimi öldürmeyi becerememiştim. “Aygaz”ı denemeliydim diye düşündüm çaresizce.
Doktorun verdiği izinle 312 numaralı odaya giren İsmet, hasta yatağında, başını pencereye doğru çevirmiş yatmakta olan arkadaşına yaklaşırken, onun engelleyememiş olmanın verdiği vicdan azabını taşıyordu içinde. Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Sessizliği ilk bozan halen pencereye doğru bakmakta olan Reşat oldu:
“Bunu da beceremedik be İsmet!”
“Oğlum ne yaptın sen ya?” Refakatçiler için konulmuş açıldığı zaman bir kişilik bir yatağa dönüşen koltuğa oturdu. Reşat başını çevirmişti. Yüzü bembeyazdı.
“Yapılması gerekeni. Her ne kadar beceremesem de.”
“Onun yüzünden değil mi? Bahar?”
“Düşünmeden duramıyordum be abi. Her dakika, her an. Biraz huzura kavuşurum zannettim”
“Değer miydi be oğlum? Değer mi lan bir kız için?”
“Anlamadın ki sen. Kız meselesi değil. Mesele benim abicim. Yaptığım her hareket yanlış. Attığım her adım yanlış. Ne iş yaptıysam elime yüzüme bulaştırdım. Zamanla düzelir sandım ama daha da boka battım. Çabaladıkça daha da gömüldüm. Bahar olayı bardağı taşıran damlaydı. Kendime ve başkasına daha fazla zarar vermemek için… “ dedi ve sustu. “Bahar öğrenmesin İsmet, gözünü seveyim” dedi Reşat yalvarır gibi bir hali vardı. İsmet derin bir nefes aldı “Seni Bahar bulmuş”
“Hemen geleceğim. Sonrada kalkarız, İsmet’in doğum gününe geç kalmayalım” demiştin masadan kalkarken. “Tamam, kahvemi içeyim kalkarız.”
Aslında çok yanlış bir zamanda, hayat grafiğimin aşağı doğru süratle dik bir çizgi çizdiği zamanlarda tanışmıştık seninle. İlk başlarda değiştiğimi, hayatımın gidişatının düzeldiğini sanmıştım ama mutluluk sarhoşluğu çabuk geçmişti. Son iki günde yaşadıklarım da olaya tuz biber ekmiş, zavallılığım doruk noktasına ulaşmıştı. O sırada,cafede seninleyken de moralim son derece bozuktu. İsmet’in doğum gününü tertiplemeyi ben üzerime almıştım fakat günleri karıştırdığım için rezervasyonu başka bir güne yapmışlardı. Neyse ki Halil devreye girmişti de zar zor bir masa ayarlayabilmiştik. Ayrıca senin İsmet’e vereceğin hediyeyi ben alacaktım ama “elbette ki” unutmuştum! Sen bunu dert etmemiştin. Ben kahrolurken sen beni teselli etmiş ve son dakikada hediyeni almıştın. Bunlar yetmezmiş gibi buraya gelirken arabanın lastiği patlamış, değiştirmeye çalışırken ellerimi parçalamıştım. Aylak kardeşimi arayıp, arkadaşlarıyla gelip arabayı halletmelerini söylemiştim. Arabayı orada bırakıp, minibüs durağına kadar yürümüştük. Ben sinirden ve sana rezil olmuş olmanın verdiği eziklikle sus pus yürürken, sen koluma girmiş beni neşelendirmek için elinden geleni yapmıştın. Kendimi öylesine işe yaramaz hissediyordum ki senin yanında küçüldükçe küçülüyordum. Senin beni üzmemek için hiç bunları dert etmeyişin vardı ya, ağzıma sıçıyordu. Paranoyaklaşmıştım. Bana mı öyle gelmişti bilmiyorum ama bütün herkes bize bakıyormuş gibi gelmişti. Sana, güzelliğini takdis etmek için; bana, ne işi var bu kızın bu öküzle demek için. Ne zaman seninle bir yere gitsek böyle olmuştu. Beynimi bu düşüncelerle doldururken, içimde kendime karşı anlaşılmaz bir öfke oluşmuştu.
“Daha bitirmedin mi kahveni? Geç kalacağız.” Demiştin.
“Bana yakışan da odur.” Demiştim. “Geç kalmak” Kendimi aşağılayarak seni üzmek istiyordum. Sonsuz “iyiliğin” beni rahatsız ediyordu artık.”Otursana biraz sana bir şey söyleceğim.” Demiştim. Senin yanımda olmadığın beş dakika içinde iyice düşünmüştüm. Bu iş bugün bitecekti.
“Kalkalım yolda anlatırsın.” demiştin. “Ya, otur dedik işte.” Sinirlenmiştim. Sözlerimi jestlerle süslemek için elime havaya kaldırdığımda masada bulunan vazo devrilmişti. Lanet olasıca vazodaki karanfil gerçekti ve vazoda su vardı. Elbetteki aksi düşünülemezdi ve su üzerime dökülmüştü.  Hiç şaşırmamıştım ve bir tepki vermemiştim. Sen bir peçete alıp üzerimi temizlemeye çalışmıştın telaşla. Hışımla elindeki mendili çekip almıştım. Öylece kalmıştın. “Reşat ne yapıyorsun?” Seni kırmayı başarmıştım.
“Asıl sen ne yapıyorsun?”
“Sana yardım etmeye çalışıyordum.”
“Hayır. Genel olarak soruyorum? Neden bu kadar iyisin? Neden her yaptığım hatayı göz ardı ediyorsun?”
“Bunu mu sorun ediyorsun? Üzülmeni istemiyorum hayatım.”
“Bahar, bu hikâyenin kahramanı sensin. Ben yardımcı roldeyim. Asıl benim senin üzülmemeni sağlamam lazım.“
“Ama ben bu şekilde mutluyum. Hayatım, inan bana. Olması gereken bu.”
“Hayır hayır. Senin hak ettiğin, basit bir organizasyonu bile eline yüzüne bulaştırmayan birisi.  Senin için bir hediye almayı unutmayan birisi .Karşılaştığı zor durumlardan sıyrılmayı başaran birisi. Sen mükemmel birisini hak ediyorsun.”
“Hayatım saçmalıyorsun. Bunlar hakkında tek kelime ettim mi ben sana? İnan bana dert etseydim yüzüne söylerdim. Ama bunların benim için en ufak bir önemi yok. İnan bana.”
“İşte sorunda bu ya. Oturduğumuzdan beri düşünüyorum. İlk başlarda kendime kızıyordum. Sonra fark ettim ki,hayır. Öfkem kendime değil Bahar, öfkem sana. Sana kızgınım. Suçluluk duyuyorum ama suçluluk duydukça sana daha çok öfkeleniyorum.” Kendimi kaptırmıştım. Sesimde hafifçe yükselmiş, diğer masalardaki insanların bize bakmalarına sebep olmuştu.
“Reşat, dışarıda konuşalım mı?”
“Neden? Artık benim rezilliklerimi o müthiş hoşgörünle göz ardı etmeyecekmisin? Sana bir şey soracağım. Daha önce de aklımdaydı ama bugün sormak konusunda tereddütüm yok. NEDEN BENİMLESİN?”  Yıkılmışlık ve büyük bir hayal kırıklığı gözlerinden ve ses tonundan anlaşılıyordu : “Reşat…”
“Aslında var ya. Ben cevabını biliyorum. “Bahar Gönder zavallılara yardım projesinin bir parçasıyım.” Nereden aklıma gelmişti bu?
“Reşat, hiç böyle bir şey düşünmedim. Sen ne zaman bu kadar acımasız oldun? Bunu bana nasıl söylersin?  Sorununun kaynağı ben değil sensin” kırgınlığın kızgınlığa dönüşmüştü. Nihayet bana sevgi değil nefret besliyordun. Hoşuma gitmişti ve gaza gelmiştim. Sesim iyice yükselmişti: “Hayır efendim, sorunun ta kendisi sensin. Sorun, seninleyken benim nasıl hissettiğim. Anladın mı? Kendimi bir boka yaramaz, gerizekalı hissediyorum…” demiş ve seni ağlatan kısmı haykırmıştım “… ve bu BENİM SUÇUM DEĞİL!” Hızımı alamamıştım.”İnsanlar,‘bir boku beceremedi, arabayı tamir edemedi, diyorlar. Seninle ne zaman bir yere gitsek insanlar ‘ne işi var bu kızın bu öküzle?’ diye bize bakıyorlar.”
“Kimin ne dediği umrumda değil! Söyledim sana.”
“Umrunda olmasını istiyorum Bahar. Durumu olduğu kabullenmeni istemiyorum. Artık dayanamıyorum Bahar. Yeter artık. Artık sana layık olmadığımı düşünüyorum.” Dünyanın geri kalanı için kısa ama bizim için uzun bir sessizlik olmuştu. O sessizliği, ilk defa ağzını bozarak, sen bozmuştun:
“Sen kafayı yemişsin. Cehenneme kadar yolun var!