13 Ekim 2012 Cumartesi
16 Eylül 2012 Pazar
BİZİMKİLER
Benim gibi 80'lerin sonu 90'ların başında çocuk olanların çocukluk yıllarından başlayıp ergenlik çağlarına kadar devam eden efsanevi dizinin "Tahta Kafa"sı da beyaz atına binip gitti bu dünyadan. İnsan ailesinden birisin kaybetmiş gibi üzülüyor.
Dizide birbirini vuranlar, bir gece için milyon dolar teklif edenler, tecavüzcüler yoktu ama bizi kendisine bağlayan bir şeyler vardı be abi. Çok özlüyorum valla. Nur içinde yat Tahta Kafa!
15 Eylül 2012 Cumartesi
Tiziano Crudelli
Tiziano Crudelli
Bu adama bayılıyorum.Serhat Ulueren'in bu adamı acilen transfer etmesi lazım çünkü ratingleri tavan yaptırır.
http://youtu.be/PYxoxc7F5Gg
Bu adama bayılıyorum.Serhat Ulueren'in bu adamı acilen transfer etmesi lazım çünkü ratingleri tavan yaptırır.
http://youtu.be/PYxoxc7F5Gg
EVERYBODY LOVES RÜŞTÜ
İnce bacakları, kepçe kulakları, uzun saçı, gözlerinin altına sürdüğü boya ve bu magazinsel yönlerinden daha da öenmlisi yaptığı kurtarışlarla 2002 Dünya Kupasının en önemli figürlerinden biri olan Rüştü, "Feda" diyerek yeni bir süreç başlatan Fikret Orman yönetimi tarafından takımdan uzaklaştırıldı. Aslında uzaklaştırıldı demek te yanlış. Çünkü kendisine tebliğ edilen bir şey yok. Küstürüldü diyelim.
Çocukluğunda Galatasaray'ı tuttuğunu bildiğimiz Rüştü, Fenerbahçe'de başarıyla oynadı, kahraman oldu. Beşiktaş'ta kupalar kazandı. Ancak hiçbir zaman takım değiştirdiği için tepki görmedi. Herkes onu sevdi.

Rüştü Lig TV'ye bir röportaj vermiş. İşte röportajın metni :
Soru: Sene 1988 Burdurgücü sonra Antalyaspor, daha sonra dile kolay tam 13 yıl Fenerbahçe. Kısa süreli de olsa Barcelona ve yine diğer bir takım Beşiktaş. Evet, Rüştü Reçber’den bahsediyoruz. Var mı eksik saydıklarım?
Rüştü Reçber: Yok.
S: Bu arada yüzyirmisi A olmak üzere yüzotuz iki kere milli takım forması giydin, daha sonra 2003’te Dünyanın en iyi kalecisi unvanını aldın, Pele tarafından yaşayan efsaneler arasında ilk 100’desin. Başka birşey kalmadı herhalde. Bütün bunları saydıktan sonra gözün hala arkada kaldı mı? Şunu da yapabilseydim diyor musun?
R.R: Tabi ki insanın hedefleri bitmez, aslında benim hedefim bir kulüp takımında başarı elde edebilmekti. Kısmet olmadı, ancak bunun yanında milli takımla çok güzel başarılar elde ettik.
S: Peki, başta soracağım soruyu hemen sorayım, futbolu bıraktın mı?
R.R: Şimdi, futbolu Türkiye’de oynamama kararı aldım. 3 ay kadar oldu. Sayın başkan Fikret Orman’ın demecinden sonra bu kararı aldım.
"BAŞKANLA HİÇ YÜZ YÜZE GELMEDİK"
S: Sayın başkan Fikret Orman seni çağırdı neler konuştunuz?
R.R: Sayın başkan beni hiç çağırmadı. Yüz yüze gelmedik. Ben sadece ekranlardan duydum benimle ilgili olan düşüncelerini, daha sonra da yüz yüze gelmedik.
S: Peki bırakma kararını o zaman mı aldın?
RR: Şimdi şöyle söyleyeyim. Benim hedefim 1 yıl daha Beşiktaş’ta oynamaktı. 1 yılın sonunda jübile yapmaktı. Bunun planlamasını da biz Final Four için buraya gelen Barcelona Başkanı ile görüştük. 1 yıl sonra onların Uzakdoğu turnuvası vardı. Oradan dönüşte, İstanbul’a gelerek benim jübile maçım için oynayacaklardı. Biz böyle bir plan yapmıştık, ancak gelişmeler o yönde olmadı.
S: Bu duruma üzüldün mü? “Biz artık seni düşünmüyoruz” dediler ki bıraktın.
RR: Tabi şimdi işin altından bu çıkabilir. Bu bir gerçek. Ben 1 yıl 2 yıl daha oynayarak Türk futboluna hizmet edebilirim, diye düşünüyordum. Kendimde bu gücü gördüğüm için böyle bir planlama yapmıştım. Bunu veremediğimi düşününce üzüldüm. Yoksa diğer konular tamamen Beşiktaş başkanının veya hocasının aldığı kararlardır. Onlara saygı duymak lazım. Profesyonellik bu çünkü.
"AMERİKA'DAN TEKLİF VARDI..."
S: İki sene oynadıktan sonra jübile yapacaktın. Şimdi Jübile yapmayı düşünüyor musun? Yoksa yurt dışında oynayacak mısın?
RR: Amerika’dan bir teklif vardı. Ben 2 yıl olarak ısrar ettim, ancak onlar 1 yılda ısrar ettiler. Önemli bir yerdeydi. 1 yıl için ailemin düzenini bozmak istemedim. Düşünme süreci 2 ayımı aldı. 1 yıl için Avrupa veya Amerika’ya gitmek olmaz diye düşündük. Şu anda futbolu bıraktım diye bir açıklamamda olmadı zaten. Bakacağım yine de ilerleyen zamanlarda net olarak karar vereceğim.
S: Şu anda net olarak futbolu bıraktım kararın yok?
RR: Şu anda yok. Hala hizmet etme gücüm var. Ben kalecilik yapmayı seviyorum.
S: Neden Türkiye değil kaptan?
RR: Sağolsunlar, çok teklif veren kulüplerimiz oldu. Ben de onlara çok teşekkür ettim. Bir çok takımda uzun süreler oynadım. Beşiktaş, Fenerbahçe gibi hedefleri olan camialarda oynadım. Şimdi buradan farklı bir yere gitmek, benim kimliğime zarar verir endişesi oldu açıkçası. Hedef sayısı olan takım da çok az zaten. O yüzden böyle bir karar aldım. Amerika’daki teklif de bana hala açık ama biz bir karar aldık.
"BEŞİKTAŞ'A KIRGINLIĞIM YOK AMA..."
S: Peki Beşiktaş’a kırgın mısın? 2 sene daha oynayabilirim diyorsun.
RR: Hayır bir kırgınlığım yok. Oynayabilirim tabi ki. Bu profesyonel bir anlayıştır. Tek üzüldüğüm nokta belki şu olur; sizin gibi karşılıklı oturarak kararlar alınabilirdi.
S: Benim anlamadığım şu, sen neden hala Beşiktaş’ta değilsin, kimse sana bir şey söylemediyse? Bu kararın nereden çıktı?
RR: Sayın başkanın televizyondaki açıklamasını dinledim. Amerika’daydım ben. “Çok yaşlı futbolcuyu kadroda görmek istemem” dediğinde, bu lafın altında çok şey yatar. Bunu anlamak lazım.
S: Başkanın güzel bir teklifi vardı. Güzelce jübile yapalım. Bizde kaleci antrenörü olsun diye.
RR: Bu tekliflerin hiçbiri bana gelmedi. Gelmemiş bir şey hakkında yorum yapmak doğru olmaz.
S: 13 sene Fenerbahçe, 5 sene Beşiktaş’ta oynadın. İkisi de çok büyük kulüp. Merak ediyorum Rüştü kendisini hangi takımlı olarak görüyor?
RR: Bu insanların bakış açısına göre değişir. Ancak gittiğim her yerde çok büyük bir sevgi ile karşılanıyorum. Bunun oluşumundaki en büyük etkenler tabi ki Fenerbahçe ve Beşiktaş’tır. Ancak bence en önemlisi Milli Takımdır. Milli Takım’da ben 15 yıl sürekli olarak oynayan birisi olarak, bu yaz Avustralya’da da resmi olarak milli takımı bıraktığımı simgeleyen bir maç oynadım. Onu da sayarsak 18 yıllda elde edilen başarılar, insanların gözünde ben artık bir milli futbolcu olarak gördükleri için de beni Beşiktaşlı veya Fenerbahçeli olarak ayırt ederler gibi bir endişem yok. Onlar beni hangi takımlı olarak görmek istiyorlarsa öyle görsünler.
S: Nerede daha çok mutluluklar yaşadın? Mutlu oldun?
RR: Ben iki yerde de mutlu oldum. Fenerbahçe’de daha uzun süreli olduğu için daha fazla şeyler yaşadım. Fenerbahçe’de en çok üzüldüğüm şey Türkiye Kupası alamamış olmamızdı. Ancak Beşiktaş’ta iki kez alarak listemden onu da çıkarttım. Genelde zaten üzüntülerimiz skorlar ile ilgiliydi. İki camiada olmak da bana gayet mutluluk veriyor.
FENERBAHÇE'DEN NEDEN AYRILDI?
S: Fenerbahçe’den ayrılış nedenin maddi miydi?
RR: Hiçbir zaman maddi olmadı. Derin konulara girmek istemiyorum. Ben orada misyonumu tamamlamıştım. Orada son zamanlarda yaşadığım şeyler bana bunu hissettirdi. Gitmemin hem benim, hem de Fenerbahçe adına iyi olacağını düşündüm. Ama maddi olarak kesinlikle alakası yok. Fenerbahçe’de oynarken hiç bir zaman parayı mesele yapmadım. Çünkü benim oynadığım zamanda aldığım parayla, aynı dönemden takım arkadaşımın aldığı paranın 3 katı az parayı alıyordum. Bunlara ben hiç tenezzül etmedim. Beşiktaş bana kapısını açtı. Ben de o kararı almıştım, o yüzden geldim.
S: İki ay düşünme sürem var diyorsun kaptan ve bu iki ay sonunda ailecek karar vericeksin. Bu karardan sonra mı jübile yapacaksın?
RR: Jübile şöyle yapmak istiyorum. Bir hayır kurumuna bağış yapmak istiyorum. Benim amacım yok. Yeter ki bunca zaman güzel işler yapmaya çalıştık, bırakırken de bir hayır kurumuna bağış yapmayı düşünüyorum.
S: Peki kimle yapmayı düşünüyorsun sayın kaptan?
RR: Barcelona olarak düşünüyorduk, ancak Barcelona iptal oldu. Şimdiki düşüncem oynamış olduğum iki büyük camianın karşılıklı oynaması diye düşünüyorum, ancak her iki kulübün de başkanları nasıl karar verir bilemiyoruz.
S: Peki Fenerbahçe’den ayrılırken başkan Aziz Yıldırım’ın sana, “Katar’a git sonra gel bizde antrenör ol” gibi bir teklifi oldu mu?
RR: Hayır. Öyle bir şey yok.
FENERBAHÇELİLER'DEN TEHDİT ALDI MI?
S: Fenerbahçe şampiyonluğu Bursa’ya kaptırdığı zaman Rüştü’nün mesajlar attığı, Fenerbahçelilerin çok üzüldüğü açıklandı. Bu konuda Aziz Başkan bir açıklama yaparak bunu anlatmaya çalıştı. Bu duruma bir açıklık getirmek ister misin?
RR: Ailecek görüştüğüm insanlar var. Türk futbolunda tabi ki her zaman konuşup, mesajlaşıyorum. Ancak benim bu insanlarla herhangi bir şekilde ne Fenerbahçe ile ilgili bir diyaloğum olmuştur, ne de herhangi kötü bir şey söylemişimdir. Ben maçlardan önce arkadaşlarımı arar, başarılar dilerim. Galatasaraylı, Fenerbahçeli, Beşiktaşlı veya herhangi biri olur. Bunu her zaman yaparım. Dolayısı ile böyle bir şeyin olması söz konusu değil. Hiçbir Fenerbahçeli’den bana tehdit gelmedi. Bunu tüm Fenerbahçeliler bilir.
S: Barcelona’da çok az kaldın. Bu senin için hayal kırıklığı oldu mu?
RR: Dönmemin tek sebebi teknik direktördür. Kulüp başkanı daha seçilmemiş, benimle anlaşma yapıyor. Seçimlerde benim ismimi kullanıyor. O şekilde başkan oluyor ve ben o şekilde gidiyorum oraya. Giderken başkan bana iki hocadan bahsetmişti. Gelecek olanların benimle ilgili görüşleri olumluydu ancak ikisi ile de anlaşma sağlanamadı ve Rijkaard geldi. Uzatmayayım, Amerika’daki kampa gittik. Lig başlamadan karşılıklı oturduk tercümala birlikte ve bana direk olarak şunu söyledi; “Ben seni lig’de oynatmayacağım. Belki UEFA’da oynatacağım” dedi. “Önce dil bilmiyor, daha sonra yabancı kontenjanı” dedi, daha sonra “anlaşamıyor” gibi bahaneler üretti. Ben de özel öğretmen eşliğinde İspanyolca öğrenmeye başladım. Bize Nihat’ı örnek gösterdi. İkinci sene oldu. Çin’e gittik. Yine “Ben seni oynatmayacağım” dedi. Nedenini sorduğumda, “Artık bir nedeni yok. Ben seni oynatmak istemiyorum” dedi. Ben de oturarak bir şey yapamayacağım için dönme kararı aldım.
S: Peki Rijkaard daha sonra Galatasaray’a geldi. Hiç görüştün mü? Görüşseydin ne derdin?
RR: Hayır görüşmedik, ama görüşseydik benim ona söyleyeceğim çok şey olurdu, onun bana diyecek hiçbir şeyi olamazdı. Türk’lerin misafirperverliği vardır biliyorsunuz, bunu zedelememek için hiç karşı karşıya gelmedim, gelmek istemedim. Bir insan “Kötü kalecisin” diyebilir, “Senden memnun” değilim diyebilir, ama beni dil ile, kontenjan ile bu hale getiriyorsunuz ben de o sorunları aşınca bana hiç bir açıklama yapamıyorsanız, orda kalmanın bir anlamı olmayacağını düşündüm.
FUTBOLU BIRAKTIKTAN SONRA NE YAPACAK?
S: Rüştü Reçber futbolu bıraktıktan sonra futbolun içerisinde kalacak mı?
RR: Antrenörlük ile ilgili gerekli çalışmalarımı yapıyorum. Şu anda da herhangi bir kulüpte antrenörlük yapma hakkına sahibim. İkincisi sportif direktörlük olabilir. Futbol veya sporu o camiadan gelen birileri yönetmeli diye düşünüyorum. Futbolu daha çok yöneten insanların da futboldan gelmelerini ve sosyal bir kadroda olmalarını isterim. Yorumcu da olabilirim. Yazı da yazabilirim. Hep sporun içerisinde olmak istiyorum.
S: Sportif direktörlük Türkiye’de çok etkin değil. Bu imkanları Türkiye’de bulabileceğine inanıyor musun?
RR: Bunu Türkiye’de uygulayan tek bir takım var; Kayserispor. Zaman zaman büyük kulüplerimiz yapmaya çalıştı, ancak hiçbiri sürekli hale getiremedi. Bu çok büyük eksiklik aslında. Zamanla ilerleyen dönemlerde bu durumun değişeceğini düşünüyorum. Şu anki yöneticilere bir şey söylemiyorum, ancak hem emekleri hem zamanları hem de paralarından oluyorlar, ancak sportif direktör kullandıkları zaman bunlardan daha az fedakarlık yapmak durumunda olacaklar. Tabi bu zaman isteyen bir iş.
S: Peki kaptan bu sportif direktörlük yetkinle çok yerli ve yabancı adamla çalışacaksın. Tercihin hangisi olur?
RR: Yabancı olarak Carlos Alberto Parreira ile çalışırdım. Türk olarak da Fatih Terim gibi bir insanla çalışmak isterim.
S: Genelde yerli mi yabancı teknik direktör taraftarı mısın?
RR: Ben yerli teknik direktör taraftarıyım.
S: Bir çok teknik adamla çalıştın. Seni etkileyen teknik direktör hangisidir?
RR: Hangisi değilde hangileri diyelim. Bir Fatih Terim. İki Mustafa Denizli. Üç Carlos Alberto Parreira. Dört Şenol Güneş ve Ersun Yanal’ı da buna ekleyebilirim. Gençlik, ustalık, kalfalık dönemleri vardır. Bu insanlardan çok şeyler öğrendim. Hepsi farklı karakterde olduğu için ben onlardan çok şeyler öğrendim. Mesela Fatih hocayı anlatmaya iki kelime yetmez. Biz fubolcular kendi aramızda şöyle söyleriz, “Fatih hoca mezardan birisi gelse, oynatır” deriz. Biz inandık. Mustafa hoca, sabah idman saatinde senin gözlerine bakar ve isteyip istemediğini anlar, “Sen bugün içeri gir biraz dinlen” der. Şenol hocayla milli takımda çalıştık. Kendisi kültür ve bilgili bir insan. Ersun Yanal çok bilimsel bir insandır. Futbol ve bilimi ilk biraraya getiren ender insanlardan birisidir. Ondan da çok şeyler öğrendim.
S: 24 yıllık futbol kariyerinde nasıl bir 11 yaparsın? Kaleye seni koyalım hemen.
RR: Kaleyi sona bırakalım. Sağ bek olarak Ümit Davala’yı seçerdim. İki göbek olarak Uche ve Högh. Sol beki iki önemli oyuncu ile oynadım; Hakan Ünsal ve Abdullah. İkisini ayırt etmek imkansız. Önde dörtlü yapacaksak, Emre’yi koyarım. Oğuz Çetin’i koyarım. Sağ tarafa Nihat’ı koyarım. Sol tarafa da Arda,’yı koyarım. Santraforda da Hakan’ı öne arkasına da Hagi’yi veya Alex’i koyarım.
"HAGI, ALEX VE TAFFAREL"
S: Türkiye’ye gelmiş en iyi yabancı oyuncular?
RR: Bana göre Hagi, bir de Alex diyorum. Tafarrel’i de ekleyebilirim. Çok önemli bir kalecidir kendisi.
S: Kaleci olarak kimlerden daha çok şey öğrendin?
RR: Ilie Datcu. Kulakları çınlasın. Bana atlamamayı o öğretti. Fenerbahçe’ye geldiğimde çok şeyi ondan öğrendim. Bir de milli takımda çok az bir araya geldiğimiz Rasim Kara vardır. O da altyapıyı bana ilk kurduran odur. İkisinden çok şey öğrendim.
S: Futbol hayatında sende çok acı bırakan, seni üzen veya sevindiren maçlar hangileridir?
RR: Benim içimde iki tane maç ukte kalmıştır. Biri 2002 Dünya Kupası’nda Brezilya’ya yenildiğimiz milli maç. Diğeri de 2008 Almanya – Türkiye maçıdır. İkisini de hak etmedik. Şanssızdık. Brezilya başka bir grupta olsaydı, biz muhtemelen final oynardık. O bir şanssızlıktı. Ama 2008 Almanya maçında galibiyeti hak etmiştik. 2-2 olduktan sonra yenileceğimiz aklımıza gelmedi. Colin Kazım yerde yatıyordu. Topu dışarı atıp Fair Play yapsalardı, biz o golü yemezdik. Eksik taraftan geldiler ve biz golü yedik.
S: Jübilede iki takım da kabul ederse, yapacak mısın, yoksa jübile yapmadan mı bırakacaksın futbolu?
RR: İki takımdan birisi kabul ederse yaparım. Etmezlerse de çok önemli isimler bir araya gelir. En azından bir gösteri maçı yaparız.
"QUARESMA'YI ANLAMAK LAZIM"B
S: Quaresma ile oynadın. Antremanda beraber oldun. Nasıl kişilikte birisi sence?
RR: Bir kere onu önce anlamak lazım. Dışardan baktığınız zaman, öyle kolay kolay gülmez ancak onu anladığınız zaman aslında gülen bir insan olduğunu görürsünüz ve anlarsınız. Şu anda sıkıntılı bir dönem yaşıyor şu anda ve karakterli bir çocuk aynı zamanda, yıldızları tutmasını ve yönlendirmesini bileceksiniz. Quaresma da bir yıldız ve o yüzden onu nasıl yönlendireceğinizi, kıvama getireceğinizi bilmeniz lazım. Şu anki durum çok içler açısı bir durum değil, ancak bence takımda oynar.
S: Sen Alex’i de yakından tanıyosun. Peki Alex’in ‘tweeti’nde “Hoca beni kıskanıyor” yazdı. Bu ‘tweet’ini nasıl değerlendiriyorsun. Alex’i de bize biraz anlatır mısın? Tam 8. senesi ve bu zamana kadar hiç bir şeyi olmadı.
RR: Ben Alex ile tam 3 yıldır oynadım. Beyefendi, sessiz işini seven ve ailesine düşkün bir yapısı var. Tweet olayına gelince, eğer aile içerisinde bir sorun varsa, bu bir oda da çözülebilir. Bunun dışarı yansıması ve yansıdıktan sonra polemiklerin oluşması doğru değil. Alex’in yaptığı da doğru değil. Çok uzatıldı ve büyütüldü, ancak aile içerisinde çözülebilirdi.
S: Peki kaptan hangi oyuncularla oynamak isterdin?
RR: Ben Türkiye’de olduğum için hep Türkiye’yi konuşuyoruz. O kadar çok insan var ki, ben Barcelona’da ikinci yılımda Messi’yle oynadım, Iniesta’yla oynadım. Xavi ile oynadım. Baktığınız zaman dünyanın yıldızları ile oynadım, ancak Türkiye’ye baktığınız zaman ben Hagi ile oynamak isterdim. Hakan Şükür ile kulüp takımında oynamak isterdim. Günümüzde Arda ile oynamak isterdim. Bir kulüpte bir araya gelmek istediğim çok futbolcu oldu. 2003 – 2004 kadromuzda oldu gibi ancak malesef genelde oynamak istediğim futbolcular başka takımlarda oldular.
ALEX Mİ HAGI MI?
S: Alex ile Hagi’yi karşılaştıranlar var. Senin oyun hangisinden yana olur ?
RR: Hagi’den yana olur. Neden diye sorarsanız, hem Türkiye’de Galatasaray’ın başarılarında önemli katkıları oldu, hem de Avrupa’daki UEFA Kupası ve Süper Kupa’da faydası oldu. Tek taraflı olmadı. Zaten Türkiye’ye geldiğinde bir yıldız olarak geldi. Barcelona’da oynamış bir yıldızdı hemde. Alex de çok yetenekli bir oyuncu ancak başarısı sadece kulüp bazında. Kıyasladığımız zaman ikisininde kulüplerine çok faydası oldu ancak Hagi’nin artıları çok. Alex’te henüz böyle artılar yok.
S: Hangi futbolcuyu seyretmekten çok keyif aldın?
RR: Arda’dan çok keyif alıyorum şu anda. Arda’nın bir tek eksiği vardı. Onu da kapatmış. Arda İspanya’ya gittiğinde tam seviyede değildi, ama onu kapatmış ve artık çok rahat bir şekilde 90 dakika oynayabilir ve üstüne bir 30 dakika daha oynayabilir. Onu almış. İlk giitiğinde de hocasının tek dediği buydu. Ben Arda’yı çok iyi gördüm. Maşallah. Böyle devam eder inşallah.
S: Peki milli takıma gelmişken, onlar hakkında ne düşünüyorsun?
RR: Ben Avusturya’da onlarla beraberdim. Gittiğim zaman direk arkadaşlıklara, sohbete bakıyorum. Geleceğimiz açık bence milli takım olma yolunda çok iyi adımlar atılmış. Biz sabredersek bu takım çok iyi yerlere gelecek. Estonya maçına bakıldığında kalite açısından iki takım bir araya konmaz ancak dünkü maçta bize bir ışık verdiler. Bir takım olmak için sadece biraz zamana ihtiyaç var.
"HAMİT'İ GÜLERKEN GÖRMEZSİNİZ"
S: Maçı izlediğine göre kulübede oturan Hamit’in yüz ifadesini ve Selçuk’un gol attıktan sonraki yüz ifadesini neye bağlıyorsun. Milli Takım forması giyen futbolcuların küsmeye hakkı yok diye düşünüyorum. Sen ne düşünüyorsun?
RR: Katılıyorum. Hamit’i çok gülerken göremezsiniz zaten. Hamit öyle bir yapıya sahip. Selçuk’un da o düşünceler içerisinde olduğunu tahmin etmiyorum, ama anlık bir tepki vermiş olsa bile yanlış. Futbolcunun milli takımda kapris yapmaya, surat asmaya, hoca ile kötü diyaloga girmeye hakları yoktur. Buraya kimse gelemez, gelmek içinde çok kişi can atar. Sadece burada olmak sizin için yeterlidir. Selçuk’a bir konuda kızdım. Gidip hocasına sarılması lazımdı. Ama bunların altında art niyet aramamak lazım.
S: Abdullah hoca ikinci maçta da Selçuk’u oynatmadı. Basına göre kadro yapmam düşüncesinde dediler. Ancak ben öyle olmadığını düşünüyorum.
RR: Bende size katılıyorum. Bir kere burası milli takım ve 30 kişi içerisinden 11 kişi oynar. Diğerleri niye oynamadım demez. Hocamız buraya gelmek için çok yollardan geçti ona da saygı göstermemiz lazım. Hocada onu söylüyor. Hiçbir zaman art niyet aramayan birisi bildiğim kadarıyla. Zaten hiçbir hoca bindiği dalı kesmek istemez. O da ona göre takım çıkartıyor.
S: Kaptan ben sorularımı bitirdim. Senin eklemek istediğin bir şeyler var mı veya benim sormayı unuttuğum herhangi bir şey var mı?
RR: Teşekkür ederim. Keyif duydum. Sevindim. Tekrardan görüşmek üzere diyorum.
14 Eylül 2012 Cuma
FUTBOLUN "SAÇLI"LARI - 2
Öncelikle saç denice akla ilk gelen futbolculardan biri olan Carlos Valderrama'yı atladığım için herkesten özür dilerim. Tabii ki daha akla gelen bir sürü futblcu var ancak ben aralarından ben de en çok iz bırakanları seçtim. Anlayışınız için teşekkürler.
10.CARLOS VALDERRAMA
Londra Olimpiyat oyunlarının başlangıcında meşale taşıyan ünlüleri izlerken gördüm onu. Bir anda anılar canlandı beynimde. İlk önce, hatırladığım ve TV'de izlediğim ilk büyük turnuva olan İtalya'90 geldi aklıma. Çılgın Higuita'yla beraber aklımda kalan iki futbolcudan biriydi o.İlginç saçı, bileklik ve kolyeleri ve "bıyıklı futbolcu mu olurmuş lan!" diyenlere inat bıraktığı bıyıklarıyla Gullit'in sarı versiyonuydu. Maç oynamaya gelmiş kardeşlerinin arasına karışmış mahallenin ağabeyiydi o.Her top orta sahada O'nda toplanır, dağıtımı kendisi yapardı.
Futbola 1981'de başlayan Carlos "El Pibe"(çocuk) 1985 yılında milli formayı giymeye başlamış ve en başarılı Kolombiya'lı futbolcu olmayı başarana dek te bırakmamıştır. 111 kez milli formayı giyerek rekor kırmıştır.
Dediğim ilk olarak 1990'da tanıdım ve tanıdık onu. Puan almaları gereken ve grup maçlarının sonuncusu olan Almanya maçında bir kaç Alman oyuncunun arasından nokta pasla Rincon'u buluşturmuş ve siyahi oyuncu 90.dakikanın son saniyelerinde golü atmıştı.Ahanda burada http://youtu.be/ami5tGXM0VU Zaten bu paslarıyla ve oyunu okuyuşuyla ünlüydü.Bu golle ikinci tura çıktılar ancak turnuvanın sürpriz takımı Kamerun uzatmalarda onları safdışı bıraktı. Ancak Valderrama'lı Kolombiya çıkışını sürdürüyordu. 1993'te Dünya Kupası Güney Amerika elemelerinde Arjantin'i deplasmanda 5-0 yendiler.Aha http://youtu.be/Q5kfiBOF4I0 1.grubu (o zamanlar 2 grup halindeymiş) Arjantin'in önünde lider bitirdiler. Bu 5-0'lık galibiyet ve grup birinciliği onları bir anda Dünya Kupası için favori yapmış hatta Pele bile benim favorim Kolombiya demişti. Ancak Pele'nin kehaneti tutmadı ve daha grup aşamasında elendiler. Valderrama burada da takımın iyilerindendi. Süpriz takım Romanya'ya ve ABD'ye yenildiler. Son maçta gerçek güçlerini gösterip İsviçre'yi yendiler ancak iş işten geçmişti. Hatta ülkelerine döndüklerinde Escobar ABD maçında kendi kalesine gol attığı için öldürüldü. Neyse.
Bu hayal kırıklığından sonra en renkli turnuvalardan biri olan Fransa'98 geldi. Orada da takımının başındaydı. 37 yaşındaydı ancak yine öldürücü paslar, oyun kurmalar ... Ama yetmedi, belalıları Romanya ve İngiltere yenilgileri onları ilk turda turnuva dışına itti.
Avrupada sadece malesef Montpillier ve Vallodolid'de izlediğimiz futbol sanatçısı Valderrama, 2004'te aralarında Maradona'nın da olduğu oyuncularla bir gösteri maçı yapıp futbola veda etti. Doğum yeri olan Santa Marta'da Estadio Eduardo Santos'un önünde bronz bir heykeli vardır. Her dünya kupasında gözlerimiz Valderrama'yı arar ancak maziyle yetiniriz. Çok yaşa büyük usta.
10.CARLOS VALDERRAMA
Londra Olimpiyat oyunlarının başlangıcında meşale taşıyan ünlüleri izlerken gördüm onu. Bir anda anılar canlandı beynimde. İlk önce, hatırladığım ve TV'de izlediğim ilk büyük turnuva olan İtalya'90 geldi aklıma. Çılgın Higuita'yla beraber aklımda kalan iki futbolcudan biriydi o.İlginç saçı, bileklik ve kolyeleri ve "bıyıklı futbolcu mu olurmuş lan!" diyenlere inat bıraktığı bıyıklarıyla Gullit'in sarı versiyonuydu. Maç oynamaya gelmiş kardeşlerinin arasına karışmış mahallenin ağabeyiydi o.Her top orta sahada O'nda toplanır, dağıtımı kendisi yapardı.
Futbola 1981'de başlayan Carlos "El Pibe"(çocuk) 1985 yılında milli formayı giymeye başlamış ve en başarılı Kolombiya'lı futbolcu olmayı başarana dek te bırakmamıştır. 111 kez milli formayı giyerek rekor kırmıştır.
Dediğim ilk olarak 1990'da tanıdım ve tanıdık onu. Puan almaları gereken ve grup maçlarının sonuncusu olan Almanya maçında bir kaç Alman oyuncunun arasından nokta pasla Rincon'u buluşturmuş ve siyahi oyuncu 90.dakikanın son saniyelerinde golü atmıştı.Ahanda burada http://youtu.be/ami5tGXM0VU Zaten bu paslarıyla ve oyunu okuyuşuyla ünlüydü.Bu golle ikinci tura çıktılar ancak turnuvanın sürpriz takımı Kamerun uzatmalarda onları safdışı bıraktı. Ancak Valderrama'lı Kolombiya çıkışını sürdürüyordu. 1993'te Dünya Kupası Güney Amerika elemelerinde Arjantin'i deplasmanda 5-0 yendiler.Aha http://youtu.be/Q5kfiBOF4I0 1.grubu (o zamanlar 2 grup halindeymiş) Arjantin'in önünde lider bitirdiler. Bu 5-0'lık galibiyet ve grup birinciliği onları bir anda Dünya Kupası için favori yapmış hatta Pele bile benim favorim Kolombiya demişti. Ancak Pele'nin kehaneti tutmadı ve daha grup aşamasında elendiler. Valderrama burada da takımın iyilerindendi. Süpriz takım Romanya'ya ve ABD'ye yenildiler. Son maçta gerçek güçlerini gösterip İsviçre'yi yendiler ancak iş işten geçmişti. Hatta ülkelerine döndüklerinde Escobar ABD maçında kendi kalesine gol attığı için öldürüldü. Neyse.
Bu hayal kırıklığından sonra en renkli turnuvalardan biri olan Fransa'98 geldi. Orada da takımının başındaydı. 37 yaşındaydı ancak yine öldürücü paslar, oyun kurmalar ... Ama yetmedi, belalıları Romanya ve İngiltere yenilgileri onları ilk turda turnuva dışına itti.
Avrupada sadece malesef Montpillier ve Vallodolid'de izlediğimiz futbol sanatçısı Valderrama, 2004'te aralarında Maradona'nın da olduğu oyuncularla bir gösteri maçı yapıp futbola veda etti. Doğum yeri olan Santa Marta'da Estadio Eduardo Santos'un önünde bronz bir heykeli vardır. Her dünya kupasında gözlerimiz Valderrama'yı arar ancak maziyle yetiniriz. Çok yaşa büyük usta.
![]() |
Valderrama ve "bıyıksız hali" Chelsea'li David Luiz |
ADRIANO'NUN ÇÖKÜŞÜ
Futbol ile yakından uzaktan ilgisi olmayan birisine bu fotoğrafı gösterip : "resimde bize bakan bu üç kişiden birisi ünlü bir futbolcu, bul bakalım" desek büyük ihtimal ile en sağdaki kısa boylu çikolata renkliyi gösterirdi. Ancak doğru cevap ortadaki memeli abi.
Bir insan nasıl bu kadar düşebilir anlamak zor. Rivaldo, Ronaldo, Ronaldinho'da düşmüştü ancak onların düşüşü futbol anlamındaydı. Adriano sosyal hayatta da düştü.Flamengo benim son şansım demişti transfer öncesi. Ama uslanmamış anlaşılan. Yazık.
Bir insan nasıl bu kadar düşebilir anlamak zor. Rivaldo, Ronaldo, Ronaldinho'da düşmüştü ancak onların düşüşü futbol anlamındaydı. Adriano sosyal hayatta da düştü.Flamengo benim son şansım demişti transfer öncesi. Ama uslanmamış anlaşılan. Yazık.
13 Eylül 2012 Perşembe
FUTBOLUN "SAÇLI"LARI
Uzun saç, sıklıkla gördüğümüz bir tiptir.70'leri saymıyorum zira o yıllarda herkes uzun saçlıydı.70'lerin kabarık tip saçlarını 80'lerde önler kahküllü arkalar uzun saç modeli aldı.90'larda saçlar ortadan ikiye ayrılıp her iki tarafa da eşit uzunlukta sarkıyordu. 2000'lerde "taç" ve tokaları görür olduk.
Eh, gayet tabiidir ki futbol sahaları da nasibini aldı bu modadan. Bendeniz şahsi fikir olarak, tüm dünyada kanat ve forvet oyuncularının hepsinin uzun saçlı olmasının zorunlu tutulmasından yanayım. Süratli koşular yapan bu oyuncuların rüzgarda dalgalanan saçları her zaman hoş görünmüştür izleyenlere.
İşte aşağıda naçizane kendi seçtiğim futbol sahalarında iz bırakmış uzun saçlı futbolcuları sıraladım. Umarım beğenirsiniz.
1.RUUD GULLİT
Euro 88 de Van Basten'in muhteşem golü olmasa bu bıyıklı ve rastalı adamın kafa şutu aklımızda kalacaktı.
Herkesin bir futbolcunun ismini alarak maç yaptığımız sokak aralarında en çok seçilen isimlerden biri olmuştur 80'lerin sonunda 90'ların başında. Harleem'de futbola başlayıp,Feyenord ve PSV'de Hollanda macerasını sürdüren, Milan'da kariyerinin zirvesine çıkan Gullit kısa süreli iki Sampdoria macerasından sonra, yıldız transfer hamlesinin ilk halkası olarak Chelsea'de kariyerini noktalamıştır.
Arkasında sayısız kupa,ödül ve 175 gol bırakarak futbol sahnesinin "oyunculuk perdesi"ni kapatmıştır.
2.GABRİEL BATİSTUTA
Klasik bir giriş yapayım : Namı diğer Batigol!
Bendeniz kendisini 1994 dünya kupasında kendime isim ararken tanımıştım. İlginç ismi ve futbolcudan çok bir Holivud starını andıran cismiyle dikkatimi çekmişti. Gollerden sonra iki eli yana açık "gool" diğer haykırarark tribünlere koşardı. Gol sevinci bazen , Guiza tarzı , tarzı ok atan adam bazende iki elinin işaret parmaklarıyla taramalı tüfek olurdu.
Tabii ki o zamanlar Fiorentina'da yaptığı muhteşem işlerden haberim yoktu. Takımı 1993'te küme düşmüş kendisi takımını bırakmamış, bir sezon sonra yeniden Serie A'ya taşımıştır. Alex'in heykeli ne zaman açılacağı merak konusu ola dursun, 1996'da Floransa'ya 9 yılda verdiği üstün performansa karşılık bronz heykeli dikilmiştir. Ancak İtalya kupası ve Şampiyonlar Ligi'ne katılım Batigol'ü kesmemiştir. Onun hayali şampiyonluğu kucaklamaktır. Bunun için Roma'nın yolunu tutar ve amacına ulaşır.
Al Arabi'de futbol hayatını bitirirken, Dünya Kupası'ndan Arjantin'den şampiyonluk bekleyen bizlerin ve onları yarı yolda bıraktığını düşünen Floransalıların kalbinde büyük boşluk bırakmıştır.
3.ALEXİ LALAS
90 dakika süren ve 0-0 golsüz bitme ihtimali olan bir oyunu neden izleyelim diyen Amerikalılara , futbolu sevdirmek amacıyla 1994 Dünya Kupası Amerika'da düzenlenmişti. Ev sahibi Amerika'nın en dikkat çeken oyuncusu da, futbolcudan çok bir buffalo avcısını ve rock starı andıran bu dev adam olmuştu. Tabii neden dikkat çektiğini anlamışsınızdır.
1992 yılında Arsenal ile idmana çıkan ancak beğenilmeyen Lalas, USA'94 te 2.tura çıkan ABD'nin en beğenilen oyuncularından biri olmuştu. Bu beğeni onu Serie A takımlarından Padova'ya taşımıştı. Ayrıca Lalas'ı , David Beckham'ı transfer eden LA Galaxy takımının Genel Menejeri olarak hatırlıyoruz.
Rock star demişken kendisinin Gypsies adlı rock grubunun elemanı olduğunu belirteyim.
4.RENE HİGUİTA
Mahalle maçlarında herkes forvet oynamak, gol atmak isterdi. Aramızdan bir kişiyide zorla kaleye geçirirdik. O kişi istemeye istemeye kaleye geçerdi. İşte bu adam o adam!
Higuita'yı zorla kaleye geçirmişler gibiydi. Defansın yanına kadar gelir orada pas çevirir, gider frikik atar, böyle bir adamdı Higuita. Bazen onun sıkıcı geçen maçlarda kalenin önünde yere çömelip bir sigara yakacağını düşündüğümde olmadı değil.
1990 Dünya Kupası'nda 1-0 geride oldukları için Kolombiya toplu hücum yaparken Rene ceza sahasının dışına kadar gelip top çevirmeye başlamıştı ki Kamerunlu Milla cezayı kesti.Escobar'ın has adamı olan Higuita 1993 yılında bir kaçırma olayı ile ilgili olarak hapis yattı. Bu yüzden de 1994 dünya kupasını kaçırdı. Avrupada sadece Vallodalid'te oynayan Higuita 25 gol attı kariyeri boyunca. Bir hazırlık maçında İngiltere karşısında yaptığı "akrep vuruşu" hala hafızalarda. http://youtu.be/v19OXidntFk Saygılar sana El Loco!
5.DAVID GINOLA
Şampuna reklamlarında oynamış bir adamın bu listede olması kaçınılmazdı. İşte Ginola. http://youtu.be/-fNh1k2ai1g
PSG'nin PSG olduğu zamanlarda bu takımda forma giyen Ginola 1995'te İngiltereye adım attı. TRT'nin Avrupadan Futbol programında verdiği İngiltere Ligi özetlerini kaçırmadan izlerdim. Newcastle'ın başa güreştiği o yıllarda takımın en önemli yıldızıydı Ginola.
Parlak bir yıldız olmasına rağmen Fransa Milli takımında sadece 17 kere forma giymiştir. PSG'den ve Fransa'dan ayrılmasının ve neden bu kadar az milli oluşunun nedeni olarak 1993 yılındaki Bulgaristan maçını gösterebiliriz.1994 Dünya Kupası elemelerinde son maçta Fransa'ya 1 puan yetiyorken ve Bulgaristan maçı son dakikasında 1-1 devam ederken Ginola gelişigüzel bir orta yapmış ve o top kontra atak olarak Fransa ağlarıyla buluşmuştu.
Şu anda futbol dışı işlerle uğraşan Ginola'yı da saygıyla selamlıyoruz.
6.ALAIN SUTTER
İlk görüşte "kim olum bu hatun?" diyebilisiniz fakat o bir erkek. Hemde 90'larda İsviçrenin en başarılı futbolcularından. Orta sahanın ortasında oynardı.
Grasshoppers takımında futbola başladıktan sonra, doğduğu kentin takımı Young Boys'a geçen Sutter, İsviçre'nin Almanca konuşan her futbolcusu gibi Bundesligayı tatmıştır. Nurnberg'te başlayan Bundeliga kariyeri 1994 Dünya Kupası'ndaki başarılı performansından sonra Almanya'daki her başarılı oyuncu gibi "Bayern şerbeti"nden içmiştir. Bayern'de bir sezon kalan Sutter Freiburg'a oradanda Futbolu bırakacağı Dallas Burn'e geçmiştir.
7.EDGAR DAVİDS
Nam-ı diğer Bulldog.Ajax'ın Van Gaal'li efsane kadrosunun değişilmez elemanıydı. O zamanlar saçları o kadar uzun değildi ancak rakibini yıldıran presi ve yaratıcı oyunuyla hocası Van Gaal ona "Bulldog" ismini takmıştı.
Hollanda futbolundaki Surinam ekolünün en önemli oyuncularından biri olarak Ajax'ta futbola başladı.Kendisinden 3 yaş küçük kankisi Seedorf gibi. Bir Real - Juventus maçıydı sanırım,Davids sert bir faulle yerde kaldı."Kim lan bu?" der gibi yukarı bakınca Seedorf'u gördü.Yüzünde hafif bir tebessüm oldu. O sırada Seedorf ' ta "Naber moruk?" dercesine göz kırpıyordu Bulldog'a.
Ajax ile 1995'te Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldular.1996'da yine finaldeydiler ancak penaltılarla kaybettiler. Kaçıranlardan biri de Davids'ti. Zaten Hollandalılar sonraki yıllarda kaçırdıkları penaltılarla ünlü oldular.
1996'da kupasyı kaybetti ancak diğer takımdaşları gibi o da Avrupa devlerinin kıskacına girdi. Onu kapan takım arkadaşı Reizeger ile birlikte, Milan oldu. Ancak Milan'ın oturmuş kadrosunda kendine yer bulamadı.(Desailly [o zamanlar ortasaha oynuoyrdu],Albertini, Boban, Savicevic) Bir sene sonunda Juventus'a geçti. İyi de etti. 6 başarılı yıl geçirdi Davids.'98,2002 ve 2003'te Serie A'yı aldılar.
Bu arada 1999'da kendisiyle özdeşleşen gözlükleri giymeye başladı. Glokom, göz tansiyonu ameliyatı geçirmişti ve koruyucu gözlük takması gerekiyordu.
Sonra düşüş başladı. Barça'da bir sene kiralık, İnter'de bir yıl, Tottenham'da iki yıl, Ajax'ta bir yıl geçirdi Bulldog.
Milli takımda'da 1996'da Hiddink ile kavga edince kovuldu.1998'de kadrodaydı ancak Brezilya'ya penaltılarda kaybettiler. Euro 2000'de gelmiş geçmiş en iyi hücum takımlarından biri olmuştu Hollanda. Yarı finalde İtalya'yı ezdiler bitirdiler ancak bir türlü gol yapamadılar.Maç içinde iki penaltı , maç sonundaki penaltılarda da üç penaltı kaçırdılar.2004'te yine yarı finalde elendiler ve milli takım defteri Edgar için kapandı.
Yalnız, o kadar hırçın adamdı sadece bir kere kavga ettiğini gördüm o da mlayim Rivaldo'yla.
2011'de Ajax'ın yönetim kuruluna seçilen Davids, Olcay Gülşen isimli bir Türk ile birlikte. Saygılar.
8.KAREL POBORSKY
Poborsky'yi biz Euro '96'da tanıdık. Hızlı, teknik, yaratıcı ve uzun saçlıydı. Çek'lerin finale çıkmasında büyük pay sahibiydi. Ama çok da çirkindi be abi!
Euro'96 da parlayıp yurtdışına Mançester'e transfer oldu. Ancak şansına o sıra bir başka sarışın David Beckham yükselişteydi. Bir buçuk sezon sonra Benfica'ya geçti. Oradan kankisi Nedved gibi Lazio'ya.Sonra Sparta Prag ve adını söyleyemediğim bir takımda futbolu bıraktı.
İlk milli maçını bize karşı oynayan Poborsky Euro 96'nın yıldızlarındandı. "The Poborsky Lob" (Poborsky Aşırtması diyebiliriz.)bu turnuvada doğdu.Ahanda linki http://youtu.be/imf2o6hA9fQ
2000, 2004, 2006'da kadrodaydı ancak takımı da O da pek parlayamadı. Futbolu adını söyleyemediğim o kulüpte bıraktı kulüpte onun 8 numarasını emekli etti.
9.EMMANUEL PETİT
Uzun sarı saçları ve ilginç ismiyle zihnimizde yer eden bir diğer futbolcu da Petit. Nedendir bilmem Petit'yi her zaman "erotik film oyuncusu"na benzetmişimdir !
Ancak o duruşuyla 17.yüzyıldan fırlamış bir Fransız edebiyatçısını andırıyordu. Futbolu basit oynardı. Monaco yıllarında ofansif orta saha oynayıp Arsenal'de defansif orta sahaya dönüştüğü için oyunu iki yönlü oynayabiliyordu. Yoksa neden milli takımın vazgeçilmezlerinden olsun?
Monaco'da geçen 9 yıl, ardında Wenger'li başarı dolu Arsenal yılları. Sonra kabus gibi bir Barça dönemi. Defansın göbeğine mahkum edilen Petit burada uzun sakatlıklar geçirdi. Biyografisinde anlattığına göre Barça Teknik Direktörü Serra Ferrer onun hangi bölgede oynadığını bilmiyordu. Bir yıl sonra Ada'ya geri döndü ve Chelsea'de toparlandı. Ancak son yılında tekrar sakatlandı ve serbest bırakıldı kulübünce. Wenger onu geri alacaktı ki antremanlarda ki durumu iç açıcı değildi çünkü bir diz ameliyatı geçirmesi gerekiyordu. 2005'te futbolu bıraktı.
1998'de finaldeki son golü attı. 2000'de şampiyon kadrodaydı. 2002'de malesef gruptan çıkamadılar.
Petit'yle ilgili diğer ilginç bir anektod da abisi Olivier ile ilgili. Olivier amatör futbolcuydu ve bir maç sırasında yere yığıldı. Hastaneye kaldırdılar hemen ancak çok geçti. Beynine kan pıhtısı gitmiş ve ölmüştü. Genç Emmanuel sarsılmıştı. Yeni başladığı futbolu bırakmayı düşündü. Ancak kendini toparladı ve bugünlere geldi. Saygılar babuş.
Eh, gayet tabiidir ki futbol sahaları da nasibini aldı bu modadan. Bendeniz şahsi fikir olarak, tüm dünyada kanat ve forvet oyuncularının hepsinin uzun saçlı olmasının zorunlu tutulmasından yanayım. Süratli koşular yapan bu oyuncuların rüzgarda dalgalanan saçları her zaman hoş görünmüştür izleyenlere.
İşte aşağıda naçizane kendi seçtiğim futbol sahalarında iz bırakmış uzun saçlı futbolcuları sıraladım. Umarım beğenirsiniz.
1.RUUD GULLİT

Herkesin bir futbolcunun ismini alarak maç yaptığımız sokak aralarında en çok seçilen isimlerden biri olmuştur 80'lerin sonunda 90'ların başında. Harleem'de futbola başlayıp,Feyenord ve PSV'de Hollanda macerasını sürdüren, Milan'da kariyerinin zirvesine çıkan Gullit kısa süreli iki Sampdoria macerasından sonra, yıldız transfer hamlesinin ilk halkası olarak Chelsea'de kariyerini noktalamıştır.
Arkasında sayısız kupa,ödül ve 175 gol bırakarak futbol sahnesinin "oyunculuk perdesi"ni kapatmıştır.
2.GABRİEL BATİSTUTA
Klasik bir giriş yapayım : Namı diğer Batigol!
Bendeniz kendisini 1994 dünya kupasında kendime isim ararken tanımıştım. İlginç ismi ve futbolcudan çok bir Holivud starını andıran cismiyle dikkatimi çekmişti. Gollerden sonra iki eli yana açık "gool" diğer haykırarark tribünlere koşardı. Gol sevinci bazen , Guiza tarzı , tarzı ok atan adam bazende iki elinin işaret parmaklarıyla taramalı tüfek olurdu.

Al Arabi'de futbol hayatını bitirirken, Dünya Kupası'ndan Arjantin'den şampiyonluk bekleyen bizlerin ve onları yarı yolda bıraktığını düşünen Floransalıların kalbinde büyük boşluk bırakmıştır.
3.ALEXİ LALAS
90 dakika süren ve 0-0 golsüz bitme ihtimali olan bir oyunu neden izleyelim diyen Amerikalılara , futbolu sevdirmek amacıyla 1994 Dünya Kupası Amerika'da düzenlenmişti. Ev sahibi Amerika'nın en dikkat çeken oyuncusu da, futbolcudan çok bir buffalo avcısını ve rock starı andıran bu dev adam olmuştu. Tabii neden dikkat çektiğini anlamışsınızdır.
1992 yılında Arsenal ile idmana çıkan ancak beğenilmeyen Lalas, USA'94 te 2.tura çıkan ABD'nin en beğenilen oyuncularından biri olmuştu. Bu beğeni onu Serie A takımlarından Padova'ya taşımıştı. Ayrıca Lalas'ı , David Beckham'ı transfer eden LA Galaxy takımının Genel Menejeri olarak hatırlıyoruz.
Rock star demişken kendisinin Gypsies adlı rock grubunun elemanı olduğunu belirteyim.
4.RENE HİGUİTA
Mahalle maçlarında herkes forvet oynamak, gol atmak isterdi. Aramızdan bir kişiyide zorla kaleye geçirirdik. O kişi istemeye istemeye kaleye geçerdi. İşte bu adam o adam!
Higuita'yı zorla kaleye geçirmişler gibiydi. Defansın yanına kadar gelir orada pas çevirir, gider frikik atar, böyle bir adamdı Higuita. Bazen onun sıkıcı geçen maçlarda kalenin önünde yere çömelip bir sigara yakacağını düşündüğümde olmadı değil.
1990 Dünya Kupası'nda 1-0 geride oldukları için Kolombiya toplu hücum yaparken Rene ceza sahasının dışına kadar gelip top çevirmeye başlamıştı ki Kamerunlu Milla cezayı kesti.Escobar'ın has adamı olan Higuita 1993 yılında bir kaçırma olayı ile ilgili olarak hapis yattı. Bu yüzden de 1994 dünya kupasını kaçırdı. Avrupada sadece Vallodalid'te oynayan Higuita 25 gol attı kariyeri boyunca. Bir hazırlık maçında İngiltere karşısında yaptığı "akrep vuruşu" hala hafızalarda. http://youtu.be/v19OXidntFk Saygılar sana El Loco!
5.DAVID GINOLA
Şampuna reklamlarında oynamış bir adamın bu listede olması kaçınılmazdı. İşte Ginola. http://youtu.be/-fNh1k2ai1g
PSG'nin PSG olduğu zamanlarda bu takımda forma giyen Ginola 1995'te İngiltereye adım attı. TRT'nin Avrupadan Futbol programında verdiği İngiltere Ligi özetlerini kaçırmadan izlerdim. Newcastle'ın başa güreştiği o yıllarda takımın en önemli yıldızıydı Ginola.
Parlak bir yıldız olmasına rağmen Fransa Milli takımında sadece 17 kere forma giymiştir. PSG'den ve Fransa'dan ayrılmasının ve neden bu kadar az milli oluşunun nedeni olarak 1993 yılındaki Bulgaristan maçını gösterebiliriz.1994 Dünya Kupası elemelerinde son maçta Fransa'ya 1 puan yetiyorken ve Bulgaristan maçı son dakikasında 1-1 devam ederken Ginola gelişigüzel bir orta yapmış ve o top kontra atak olarak Fransa ağlarıyla buluşmuştu.
Şu anda futbol dışı işlerle uğraşan Ginola'yı da saygıyla selamlıyoruz.
6.ALAIN SUTTER
İlk görüşte "kim olum bu hatun?" diyebilisiniz fakat o bir erkek. Hemde 90'larda İsviçrenin en başarılı futbolcularından. Orta sahanın ortasında oynardı.
Grasshoppers takımında futbola başladıktan sonra, doğduğu kentin takımı Young Boys'a geçen Sutter, İsviçre'nin Almanca konuşan her futbolcusu gibi Bundesligayı tatmıştır. Nurnberg'te başlayan Bundeliga kariyeri 1994 Dünya Kupası'ndaki başarılı performansından sonra Almanya'daki her başarılı oyuncu gibi "Bayern şerbeti"nden içmiştir. Bayern'de bir sezon kalan Sutter Freiburg'a oradanda Futbolu bırakacağı Dallas Burn'e geçmiştir.
7.EDGAR DAVİDS
Nam-ı diğer Bulldog.Ajax'ın Van Gaal'li efsane kadrosunun değişilmez elemanıydı. O zamanlar saçları o kadar uzun değildi ancak rakibini yıldıran presi ve yaratıcı oyunuyla hocası Van Gaal ona "Bulldog" ismini takmıştı.
Hollanda futbolundaki Surinam ekolünün en önemli oyuncularından biri olarak Ajax'ta futbola başladı.Kendisinden 3 yaş küçük kankisi Seedorf gibi. Bir Real - Juventus maçıydı sanırım,Davids sert bir faulle yerde kaldı."Kim lan bu?" der gibi yukarı bakınca Seedorf'u gördü.Yüzünde hafif bir tebessüm oldu. O sırada Seedorf ' ta "Naber moruk?" dercesine göz kırpıyordu Bulldog'a.
Ajax ile 1995'te Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldular.1996'da yine finaldeydiler ancak penaltılarla kaybettiler. Kaçıranlardan biri de Davids'ti. Zaten Hollandalılar sonraki yıllarda kaçırdıkları penaltılarla ünlü oldular.
1996'da kupasyı kaybetti ancak diğer takımdaşları gibi o da Avrupa devlerinin kıskacına girdi. Onu kapan takım arkadaşı Reizeger ile birlikte, Milan oldu. Ancak Milan'ın oturmuş kadrosunda kendine yer bulamadı.(Desailly [o zamanlar ortasaha oynuoyrdu],Albertini, Boban, Savicevic) Bir sene sonunda Juventus'a geçti. İyi de etti. 6 başarılı yıl geçirdi Davids.'98,2002 ve 2003'te Serie A'yı aldılar.
Bu arada 1999'da kendisiyle özdeşleşen gözlükleri giymeye başladı. Glokom, göz tansiyonu ameliyatı geçirmişti ve koruyucu gözlük takması gerekiyordu.
Sonra düşüş başladı. Barça'da bir sene kiralık, İnter'de bir yıl, Tottenham'da iki yıl, Ajax'ta bir yıl geçirdi Bulldog.
Milli takımda'da 1996'da Hiddink ile kavga edince kovuldu.1998'de kadrodaydı ancak Brezilya'ya penaltılarda kaybettiler. Euro 2000'de gelmiş geçmiş en iyi hücum takımlarından biri olmuştu Hollanda. Yarı finalde İtalya'yı ezdiler bitirdiler ancak bir türlü gol yapamadılar.Maç içinde iki penaltı , maç sonundaki penaltılarda da üç penaltı kaçırdılar.2004'te yine yarı finalde elendiler ve milli takım defteri Edgar için kapandı.
Yalnız, o kadar hırçın adamdı sadece bir kere kavga ettiğini gördüm o da mlayim Rivaldo'yla.
2011'de Ajax'ın yönetim kuruluna seçilen Davids, Olcay Gülşen isimli bir Türk ile birlikte. Saygılar.
8.KAREL POBORSKY
Poborsky'yi biz Euro '96'da tanıdık. Hızlı, teknik, yaratıcı ve uzun saçlıydı. Çek'lerin finale çıkmasında büyük pay sahibiydi. Ama çok da çirkindi be abi!
Euro'96 da parlayıp yurtdışına Mançester'e transfer oldu. Ancak şansına o sıra bir başka sarışın David Beckham yükselişteydi. Bir buçuk sezon sonra Benfica'ya geçti. Oradan kankisi Nedved gibi Lazio'ya.Sonra Sparta Prag ve adını söyleyemediğim bir takımda futbolu bıraktı.
İlk milli maçını bize karşı oynayan Poborsky Euro 96'nın yıldızlarındandı. "The Poborsky Lob" (Poborsky Aşırtması diyebiliriz.)bu turnuvada doğdu.Ahanda linki http://youtu.be/imf2o6hA9fQ
2000, 2004, 2006'da kadrodaydı ancak takımı da O da pek parlayamadı. Futbolu adını söyleyemediğim o kulüpte bıraktı kulüpte onun 8 numarasını emekli etti.
9.EMMANUEL PETİT
Uzun sarı saçları ve ilginç ismiyle zihnimizde yer eden bir diğer futbolcu da Petit. Nedendir bilmem Petit'yi her zaman "erotik film oyuncusu"na benzetmişimdir !
Ancak o duruşuyla 17.yüzyıldan fırlamış bir Fransız edebiyatçısını andırıyordu. Futbolu basit oynardı. Monaco yıllarında ofansif orta saha oynayıp Arsenal'de defansif orta sahaya dönüştüğü için oyunu iki yönlü oynayabiliyordu. Yoksa neden milli takımın vazgeçilmezlerinden olsun?
Monaco'da geçen 9 yıl, ardında Wenger'li başarı dolu Arsenal yılları. Sonra kabus gibi bir Barça dönemi. Defansın göbeğine mahkum edilen Petit burada uzun sakatlıklar geçirdi. Biyografisinde anlattığına göre Barça Teknik Direktörü Serra Ferrer onun hangi bölgede oynadığını bilmiyordu. Bir yıl sonra Ada'ya geri döndü ve Chelsea'de toparlandı. Ancak son yılında tekrar sakatlandı ve serbest bırakıldı kulübünce. Wenger onu geri alacaktı ki antremanlarda ki durumu iç açıcı değildi çünkü bir diz ameliyatı geçirmesi gerekiyordu. 2005'te futbolu bıraktı.
1998'de finaldeki son golü attı. 2000'de şampiyon kadrodaydı. 2002'de malesef gruptan çıkamadılar.
Petit'yle ilgili diğer ilginç bir anektod da abisi Olivier ile ilgili. Olivier amatör futbolcuydu ve bir maç sırasında yere yığıldı. Hastaneye kaldırdılar hemen ancak çok geçti. Beynine kan pıhtısı gitmiş ve ölmüştü. Genç Emmanuel sarsılmıştı. Yeni başladığı futbolu bırakmayı düşündü. Ancak kendini toparladı ve bugünlere geldi. Saygılar babuş.
12 Eylül 2012 Çarşamba
ESTONYA MAÇININ ARDINDAN
Öncelikle Abdullah Avcı'nın başarılı bir teknik direktör olduğunu ve bulunduğu yeri hakettiğini düşünmüyorum. Milli takım serüvenininde uzun soluk olmayacağı daha ilk resmi maçtan sonra ortaya çıktı. Ancak umarım ben yanılırım ve Brezilya'ya gideriz
Milli takım kariyerinin uzun olmayacağını düşünüyorum çünkü bizim kamuoyumuz "kelle almayı" sever. Abdullah Avcı bir kere bunu göremedi. Türkiye liglerinin en formda oyuncusunu "ben onsuzda başarılı olurum, göreceksiniz " mantığıyla, önemli Hollanda maçında oynatmayarak kendi kuyusunu kendi kazdı diyebiliriz. Ayrıca sol kanatta Robben'in oynayacağını dünya alem bilirken, onun karşısında Ofansif orta sahadan devşirme formsuz Hamit'i mi sakatlıktan yeni çıkmış Gökhan Gönül'ü mü seçerseniz ?
Gerçi Hollanda'da puan alsaydık eleştiriler bu kadar çok olmaycaktı ancak ben yine de inandığım gerçekleri söylerdim. Takımınızda Xavi, Ronaldo, Gerrard, Robben, Ribery, Alex, Mesut Özil, Selçuk vs. varsa oynatırsınız kardeşim. Oynatmakla kalmaz oyunu bunların üzerine kurarsınız. Ancak asla 90 dakika yanınızda oturtmazsınız. Taktik icabı almadım diyor. "O zaman milli takıma neden davet ettin?" diye sorarlar adama.
Sayın Avcı büyük ihtimalle "Ulan, göreceksiniz.yine oynatmayacağım ve yeneceğim." diye düşünerek yine yanında oturttu Selçuk'u. E, Estonya'yı da bir zahmet yen be Hocam! Tamam Estonya Avrupa Şampiyonası için Play-off'lara kaldı ama kendi sahamızda asla bizim rakibimiz olamaz.
Abdullah Avcı bir inat uğruna hem bizi yakacak hem kendisini. Umarım ben yanılırım. Haydi hayırlısı.
9 Eylül 2012 Pazar
HOLLANDA - TÜRKİYE MAÇININ ARDINDAN
Milli maçımızdan sonra, Abdullah Avcı'yla röportaj yapan NTV muhabirinin sorduğu gibi, maçın ardından en çok konuşulan konu Selçuk'un neden oynamadığı idi. Ancak konu yorumcularımız tarafından yanlış bir bakış açısıyla işlenmişti medyada bence. Herkes mağlubiyet üzerinden gidiyordu. Arda karşı karşıya atsaydı, Sercan Kafayı yere doğru vursaydı, yani eğer Cuma akşamı yenseydik veya puan alsaydık Selçuk konusu pek konuşulmayacaktı. Oysa Rıdvan Dilmen ve Mehmet Demirkol konuya doğru yaklaştılar. 3-0 da yensek Selçuk'un oynamayışı tartışılmalıydı. Eğer elinizde Türkiye liginin en iyi pasörü,oyun okuyucusu varsa onu oynatırsınız. Oynatmanın yanında oyunu onun etrafında kurarsınız.
Yıllar önce bir GUARDIOLA belgeselinde,futbolculuk yılları işleniyordu, Cruyf şöyle demişti. "Soyunma odasında taktik tahtasına önce Guardiola'yı yazarım.Geri kalanları sonra".Sanırım bu yorum bizim durumumuza çok uygun.
Böyle bir Hollanda'yı her zaman yakalayamayız.En büyük rakibiniz zayıflamışsa en güçlü silahlarınızla saldırırsınız. Yapılanma işlemini sonraki maçlara bırakabilirsiniz.
Selçuk oynasaydı yenermiydik? OrasınınAllah bilir ancak Selçuk'un ara paslarına adrese teslim vuruşlarına ihtiyacımız vardı,orası kesin.
Yıllar önce bir GUARDIOLA belgeselinde,futbolculuk yılları işleniyordu, Cruyf şöyle demişti. "Soyunma odasında taktik tahtasına önce Guardiola'yı yazarım.Geri kalanları sonra".Sanırım bu yorum bizim durumumuza çok uygun.
Böyle bir Hollanda'yı her zaman yakalayamayız.En büyük rakibiniz zayıflamışsa en güçlü silahlarınızla saldırırsınız. Yapılanma işlemini sonraki maçlara bırakabilirsiniz.
Selçuk oynasaydı yenermiydik? OrasınınAllah bilir ancak Selçuk'un ara paslarına adrese teslim vuruşlarına ihtiyacımız vardı,orası kesin.
6 Eylül 2012 Perşembe
7 EYLÜL 2012 HOLLANDA - TÜRKİYE MAÇININ KADROSU
Luis Van Gaal'in ikinci milli takım macerası ve yeni döneminin ilk resmi maçı.Aynı şekilde Abdullah Avcı'nın da ilk resmi maçı.Van Gaal'in başarılı bir kulüp kariyeri olsa da milli takım kariyeri pek parlak geçmemişti ve Hollanda milli takımını 2002 Dünya Kupasında izleyememiştik.Van Gaal'in bize karşı çağırdığı kadroda Van der Vaart,Van der wiel,De jong ve Afellay yok.Bu bizim için avantaj olabilir.Bert van Marwijk ile 4-2-3-1

(Vlaar yerine Mathijsen oynamıştı kalan maçlarda.Duruma göre de Van der Vaart,Huntelaar ve Kuyt oyuna dahil olmuştu.
formasyonunda izlediğimiz Hollanda Van Gaal ile birlikte 4-3-3'e döneceğini tahmin ediyoruz.Son oynadıkları ve 4-2 yenildikleri Belçika hazırlık maçında da bunu sergilediler.(Stekelenburg-sağ bek Ajax'lı van Rhijn,Heitinga,Mathijsen,sol bek PSV'den Willems-de Jong,Sneijder,Van der Vaart-Robben,Huntelaar,Sağ hücum eski Herenveen'li yeni PSV'li Narsingh)Tabii bu kadro bizim maç için değişecek.Dediğim gibi Vaart ve de Jong yok.Ayrıca Huntelaar yerine formda Van Persie oyanayacaktır.Beklediğim kadro şu : Stekelenburg(Hollanda'nın sürekli üst düzey kaleci yetiştirmesine hastayım : Van Breukelen,Ed de Goey, Van der Sar, Stekelenburg bir bayrak yarışı gibi değişimlerini gerçekleştirmişlerdir.),Heitinga, Mathijsen, Va Rhijn,Willems - Leroy Fer, Sneijder, Strootman - Robben,Van Persie, Narsingh

(Vlaar yerine Mathijsen oynamıştı kalan maçlarda.Duruma göre de Van der Vaart,Huntelaar ve Kuyt oyuna dahil olmuştu.
formasyonunda izlediğimiz Hollanda Van Gaal ile birlikte 4-3-3'e döneceğini tahmin ediyoruz.Son oynadıkları ve 4-2 yenildikleri Belçika hazırlık maçında da bunu sergilediler.(Stekelenburg-sağ bek Ajax'lı van Rhijn,Heitinga,Mathijsen,sol bek PSV'den Willems-de Jong,Sneijder,Van der Vaart-Robben,Huntelaar,Sağ hücum eski Herenveen'li yeni PSV'li Narsingh)Tabii bu kadro bizim maç için değişecek.Dediğim gibi Vaart ve de Jong yok.Ayrıca Huntelaar yerine formda Van Persie oyanayacaktır.Beklediğim kadro şu : Stekelenburg(Hollanda'nın sürekli üst düzey kaleci yetiştirmesine hastayım : Van Breukelen,Ed de Goey, Van der Sar, Stekelenburg bir bayrak yarışı gibi değişimlerini gerçekleştirmişlerdir.),Heitinga, Mathijsen, Va Rhijn,Willems - Leroy Fer, Sneijder, Strootman - Robben,Van Persie, Narsingh
Herkese iyi seyirler, ülkemize bol şanslar...
8 Şubat 2012 Çarşamba
DELİ 1
Zekeriya'yı kaybettiğimizde ben 10 yaşındaydım. Küçük amcamın doğuştan zihinsel engelli oğlu olan Zekeriya benim yegane oyun arkadaşımdı. Benden 7 yaş büyük olmasına rağmen en iyi arkadaşım olduğu için, ağabey değil de ismiyle hitap ederdim. En sevdiğimiz oyun futboldu. Evimizin önündeki geniş bahçeye taşlardan kale yapar, iki kişi geniş çimenlikte akşama kadar top oynardık. Hastalığından dolayı topa pek güzel vuramazdı ve ben her seferinde yenerdim onu. Oyun sonlarında ise yaptığım sevinç hareketlerine öfkelenir, gücünü kontrol altına alamadığı için canımı acıtırdı her seferinde. Ağlayarak eve kaçardım hemen. Benim o halimi, gören amcam mahçup bir şekilde beni teselli eder yakalayabilirse de kıyasıya döverdi Zekeriya'yı. Ben onun yediği dayaklara üzülür ama belli etmezdim. Bilirdim ki her seferinde Zekeriya gelecek ve benden,becerebildiği kadarıyla, özür dileyecek. Sert geçen bir kış mevsiminin yaşandığı o senenin sabahı da karlar üzerinde maç yapmıştık. Sonu malum. Ben yenmiş, O'nu kızdırmıştım. O da beni ağlatmış ve amcamın hışmından kaçmıştı. Bir daha da gelmedi. 2 gün haber alamadık kendisinden. Amcam jandarmayı ve polisi seferber etti ama bulamadılar. Üçüncü gün kar yağışı durunca, kasabanın çıkışındaki lokantanın orada donmuş cesedini buldular.Kendimi hiç affetmedim ve bir daha da asla topa ayağımı sürmedim.
7 Şubat 2012 Salı
TANRIM, HESAP LÜTFEN!
Bazen diyorum ki, ölsem şöyle afilisinden...
Mesela, burada kar yağıyor. Her yer beyaz. Dikey kesip bileğimi, canımı akıtsam bembeyaz karın üzerine, kırmızı kırmızı, sıcak, ağır ağır... Sonra o beyazlığın içinde cesedim morarsa. Kırmızı, mor, beyaz... Hiç göremediğim gökkuşağını eksik de olsa kendimle yapabilsem.
Mesela, burada kar yağıyor. Her yer beyaz. Dikey kesip bileğimi, canımı akıtsam bembeyaz karın üzerine, kırmızı kırmızı, sıcak, ağır ağır... Sonra o beyazlığın içinde cesedim morarsa. Kırmızı, mor, beyaz... Hiç göremediğim gökkuşağını eksik de olsa kendimle yapabilsem.
OKYAY TUNCER
1
Okulumuzun karşısındaki fabrikaya ait lojmanların çam ağaçlarından oluşan bahçesi, okulu kırıp gizlice sigara içtiğimiz anların vazgeçilmez mekânıydı. Arkadaşlarım Marlboro veya Parliament içerken ben sarı paketi ve sevimli devesiyle Camel’i tercih ederdim. Ayrıca deve figürünün içinde ki “gizli insan figürünü” aramak büyük eğlenceydi. İçtiğimiz 6-7 sigarayı geçmediği için fiyatları etkilemezdi bizi o yıllarda. Sonraları o gruptaki arkadaşlarımın hepsi birer tiryaki olarak yollarına devam ederken ben, içki içerken içtiklerimi saymazsak, bir türlü alışamamıştım şu merete. Belki de hayatta kendi adıma yaptığım en hayırlı iş olmuştu bu.
O gün de, yatağıma uzanıp arkadaşlarla meyhaneye gideriz diye, bir ay önce almış olduğum paketten bir tane çıkarıp yaktım. Bilgisayarımda, sonradan şarkıdaki gerçek manayı anlayamamış olduğumu fark ettiğim, MFÖ’den “Yalnızlık ömür boyu” çalarken ilk fırtı çektim. Uzun zaman sonra içtiğim için vücudumda tatlı bir uyuşma oldu ve benim buna ihtiyacım vardı. Şarkının ortalarında Fuat’ın insanın içine işleyen gitarının sesiyle biten sigaramı söndürüp doğruldum yavaşça. Korkudan ziyade, sigaranın uyuşturmasıyla titreyen bacaklarımla tuvalete doğru yürüdüm. Ellerimi ıslatıp saçlarımı geriye doğru taradım. Parfümümü sürdüm. Aynalı dolabın kapağını açıp, jilet paketine uzandım ve içinden bir tane aldım.
Sanırım bir filmde görmüştüm. İntihar ederken bileğinize jilet ile atacağınız kesik, yatay değil de dikey olmalıymış. Nedendir bilmem bu gereksiz bilgi zihnimde yer etmiş. Elimi yumruk yapıp, kolumu lavaboya uzattım. Bileğimi çevirince, sıkmış olduğum yumruğun neticesi olan şişmiş damarlar rahatça görülebiliyordu. Bir an durdum.
"Tereddüt edersen vazgeçersin" demiştin bir keresinde, hatırlarmısın? Sahilde yürüyorduk hani. Sen,ben yan yana. Arka fonda insanlar figüran. Kaşarlanmış bir ressamın elinden çıkmış bir resim gibi deniz. Başrolde de biz! Aklımı okudun, "elini tutsam mı tutmasam mı?" diye düşünürken : "Tereddüt edersen vazgeçersin"Tereddüt etmeden jileti geçiriverdim sol bileğime. Önce kesilen yerde yanma ve acı oldu ama kan yoktu. Bir an kesiğin hafif olduğunu düşünüp ikinci darbeye hazırlanıyordum ki, kapakları açılmış bir barajın suları gibi bileğimden lavaboya kan fışkırmaya başlamıştı. Bu kadar çok kan akacağını tahmin etmemiştim. Bir anda gözlerim kararmaya başladı. Daha önce de birkaç kez bayıldığım için bunun bayılma emaresi olduğunu anlamıştım. Allah kahretsin! Yanlış yapmıştım. Daha diğer bileğimi kesecektim. Büyük bir ironiyle, İntihar eden biri değilmişim gibi düşüp başımı bir yere vurmamak için yere oturdum. Her işimi olduğu gibi bu işimi de bok etmiştim. Bileği kesilmiş sol elimle, sağ bileğimi de kesmek için hamle yaparken yüzükoyun yere yığıldım. Bayılmışım.
“Lütfen” demiştin, “Lütfen binelim.” Hayatta en korktuğum şeylerden biri olmasına rağmen seni nasıl kırabilirdim ki. Bileti kesen Çingene, kahverengi dişleriyle sırıtarak, “Düşürmeyesin yingemi, sıkı tut.” demişti. Sanki suç işlemişimde kendimi aklıyormuşum gibi, arkadaşız, yenge değil, diye saçmalarken elimden tutup kararlı bir şekilde çekmiştin beni “Gondol”a doğru. Çingene, Brad Pitt; dere kenarına kurulan panayır, Las Vegas’ta bir eğlence merkezi; Gondol da dünyanın en sevimli zararsız eğlence aletine dönüşmüştü o elimi tuttuğun anda. Yürümüyor uçuyordum adeta elim elindeyken. Sonrası kâbus. Hızlandıkça hızlanan gondol, benim feryatlarımla gaza geldikçe gelen Çingene ve bir bok çuvalı gibi omzuna doğru düşen naçiz vücudum. Gözlerimi açtığımda seni değilde kahverengi dişleriyle sırıtan çingeneyi gördüğümde öldüğümü anlamıştım.Bu çirkin surat bir insana ait olamazdı. Bir zebaniydi bu. Fakat sonra karanlık yavaşça kaybolurken bir güneş doğdu. Benim güneşim. Sen.“Çok korkuttun beni.” Deyince içimin yağları eridi. Tekrar bayılırım diye korkup ayaklandım. “(H)emen de tırstın bea.” diye güldü pişkin pişkin çingene Brad. Kafa göz dalayım diye düşündüm fakat beni düşmemek için senin tuttuğunu fark edip utandım ve vazgeçtim. Yeniden el eleydik.
2
Çilingir yardımıyla 3 katlı Bahar apartmanın çatı katındaki eve giren polisler, tuvalet karolarının üzerinde yüzükoyun yatan genç adamın solmuş vücudunu bulduklarında, sol bileğinden hala kanlar süzülmekteydi. “Ölmüş mü?” dedi kıdemli olan. O sırada evin giriş kapısında polisleri beklerken kötü bir şey olmaması için dua eden arkadaşı, duyduğu bu cümle sonrasında, “başından aşağı kaynar sular dökülmek” deyiminin ne demek olduğunu yaşayarak öğrendi. Zihni boşalmış bir şekilde koşarak sesin geldiği yöne doğru koştu. Yerde solgun bir şekilde yatan arkadaşı Reşat’ın gülümseyen vücudunu gördüğünde donup kalmıştı. Yere, vücudun yanına çömelmiş olan polisin “Yaşıyor” diye heyecanlı haykırışını hayal meyal hatırlıyordu. Kıdemli polis cep telefonunu çıkarıp “memur hattı”yla ambülâns isterken tuvalette bulunan havluyla Reşat’ın bileklerini sarmaya çalışıyordu. Arkadaşı şoka girmiş, “Bunu nasıl yapar?” diye sayıklıyor bir yandan da ağlıyordu.
“Onu hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Nasıl başardın bunu?” dediğini hatırlarsın İsmet’in Halil’in doğum günü partisinde. Sen de “Asıl ben çok mutluyum. Çok şanslı hissediyorum kendimi Reşatla olduğum için. ” demiştin. Hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum. Hayatımdaki eksik parçam sendin ve seni bulmuştum. “Oğlum bu kızı üzersen ağzına sıçarım senin” demişti dostum İsmet şakayla karışık. Bende sana sarılıp “Asla” demiştim. “ASLA”
Reşat Taner’in yalnız yaşadığı evinde intihar ettiği haberini alan arkadaşları apar topar hastaneye koşmuşlardı. Onları lobide İsmet karşılamıştı. “Durumu nasıl abi?” diye sordu biri. “Çok kan an kaybetmiş ama bulduğumuzda nefes alıyordu. Allahtan tek bileğini kesebilmiş.” dedi İsmet. “Kan filan lazım mı? Grubu neymiş?” dedi bir diğeri “Lazım oldu ama ben hallettim. Uyuyormuş benim ki.” Diye cevapladı İsmet. “Neden yapmış ki böyle bir şeyi? Hiçbir derdi yoktu bildiğim kadarıyla.” Diye bir soru yükseldi arkadaş grubunun arkalarında. İsmet Reşat’ın çocukluk arkadaşıydı. Neredeyse birlikte büyümüşlerdi. Birbirlerinin bütün sırlarını bilirlerdi. Ama bu sorunun cevabını o da bilemiyordu. Tahmin edebiliyordu ama bilemiyordu. “Ben babasına haber vereyim” diyerek grubun yanından ayrıldı.
Cafede yaptığımız kavgadan sonra öylesine rahatlamıştım ki üzerimden yüzlerce kiloluk bir yük kalkmıştı sanki. Pamuk gibiydim. Hafiflemiş, hiçbir derdim kalmamıştı. Sorumluluklarım gitmiş ve beni sıkılmış bir süngere çeviren “seni üzmemek” takıntısı son bulmuştu. Hayatımı yaşamaya karar vermiştim ve yaşıyordum da… Ta ki seni gördüğüm o akşama kadar. Arkadaşlarınlaydın. Birkaç masa uzağımda bütün güzelliğinle ve çevrene yaydığın enerjiyle oturuyordun ama sana yaklaşamıyordum. En güzel melodilerden bile güzel sesini duyuyordum ama konuşamıyordum. En kötüsü sana dokunamıyordum. O an ruhani bir el göğüs kafesimden içeri daldı ve kalbimi yakalayarak var gücüyle sıktı. Nihayet anlamıştım; bok kokuları sarmış bir bataklığa dönen hayatımı mis kokulu çiçek bahçesine getiren bahçıvanım , sen, artık yoktun.
3
Kendime geldiğim de, sanırım başardım diye düşündüm. Gözümün önündeki kusursuz beyazlık, bayıldığımda yüzü koyun şimdi ise sırtüstü yatıyor olmam(sanırım görevli melek günahlarımın ve sevaplarımın dökümü yapılacağı için buraya getirmiş ve dinlenmem için yatırmıştı) ve (artık sadece ruhen var olduğum ve vücudumdan kurtulduğum için) oldukça hafiflemiş hissediyor olmam bu işi başardığımı düşündürtmüştü bana. Duyduğum melek sesi şüpheye yer bırakmamıştı.”Geçmiş olsun” Sesin geldiği yöne başımı çevirdiğimde yanıldığımı anlamam çok uzun sürmedi. Bana seslenen beyazlar içinde bir melek değil beyazlar içinde bir doktordu. Kurtarılmıştım ve hastanedeydim. Her işte olduğu bu işte de muvaffak olamamıştım. Kendimi öldürmeyi becerememiştim. “Aygaz”ı denemeliydim diye düşündüm çaresizce.
Doktorun verdiği izinle 312 numaralı odaya giren İsmet, hasta yatağında, başını pencereye doğru çevirmiş yatmakta olan arkadaşına yaklaşırken, onun engelleyememiş olmanın verdiği vicdan azabını taşıyordu içinde. Ne söyleyeceğini bilemiyordu. Sessizliği ilk bozan halen pencereye doğru bakmakta olan Reşat oldu:
“Bunu da beceremedik be İsmet!”
“Oğlum ne yaptın sen ya?” Refakatçiler için konulmuş açıldığı zaman bir kişilik bir yatağa dönüşen koltuğa oturdu. Reşat başını çevirmişti. Yüzü bembeyazdı.
“Yapılması gerekeni. Her ne kadar beceremesem de.”
“Onun yüzünden değil mi? Bahar?”
“Düşünmeden duramıyordum be abi. Her dakika, her an. Biraz huzura kavuşurum zannettim”
“Değer miydi be oğlum? Değer mi lan bir kız için?”
“Anlamadın ki sen. Kız meselesi değil. Mesele benim abicim. Yaptığım her hareket yanlış. Attığım her adım yanlış. Ne iş yaptıysam elime yüzüme bulaştırdım. Zamanla düzelir sandım ama daha da boka battım. Çabaladıkça daha da gömüldüm. Bahar olayı bardağı taşıran damlaydı. Kendime ve başkasına daha fazla zarar vermemek için… “ dedi ve sustu. “Bahar öğrenmesin İsmet, gözünü seveyim” dedi Reşat yalvarır gibi bir hali vardı. İsmet derin bir nefes aldı “Seni Bahar bulmuş”
“Hemen geleceğim. Sonrada kalkarız, İsmet’in doğum gününe geç kalmayalım” demiştin masadan kalkarken. “Tamam, kahvemi içeyim kalkarız.”
Aslında çok yanlış bir zamanda, hayat grafiğimin aşağı doğru süratle dik bir çizgi çizdiği zamanlarda tanışmıştık seninle. İlk başlarda değiştiğimi, hayatımın gidişatının düzeldiğini sanmıştım ama mutluluk sarhoşluğu çabuk geçmişti. Son iki günde yaşadıklarım da olaya tuz biber ekmiş, zavallılığım doruk noktasına ulaşmıştı. O sırada,cafede seninleyken de moralim son derece bozuktu. İsmet’in doğum gününü tertiplemeyi ben üzerime almıştım fakat günleri karıştırdığım için rezervasyonu başka bir güne yapmışlardı. Neyse ki Halil devreye girmişti de zar zor bir masa ayarlayabilmiştik. Ayrıca senin İsmet’e vereceğin hediyeyi ben alacaktım ama “elbette ki” unutmuştum! Sen bunu dert etmemiştin. Ben kahrolurken sen beni teselli etmiş ve son dakikada hediyeni almıştın. Bunlar yetmezmiş gibi buraya gelirken arabanın lastiği patlamış, değiştirmeye çalışırken ellerimi parçalamıştım. Aylak kardeşimi arayıp, arkadaşlarıyla gelip arabayı halletmelerini söylemiştim. Arabayı orada bırakıp, minibüs durağına kadar yürümüştük. Ben sinirden ve sana rezil olmuş olmanın verdiği eziklikle sus pus yürürken, sen koluma girmiş beni neşelendirmek için elinden geleni yapmıştın. Kendimi öylesine işe yaramaz hissediyordum ki senin yanında küçüldükçe küçülüyordum. Senin beni üzmemek için hiç bunları dert etmeyişin vardı ya, ağzıma sıçıyordu. Paranoyaklaşmıştım. Bana mı öyle gelmişti bilmiyorum ama bütün herkes bize bakıyormuş gibi gelmişti. Sana, güzelliğini takdis etmek için; bana, ne işi var bu kızın bu öküzle demek için. Ne zaman seninle bir yere gitsek böyle olmuştu. Beynimi bu düşüncelerle doldururken, içimde kendime karşı anlaşılmaz bir öfke oluşmuştu. “
“Daha bitirmedin mi kahveni? Geç kalacağız.” Demiştin.
“Bana yakışan da odur.” Demiştim. “Geç kalmak” Kendimi aşağılayarak seni üzmek istiyordum. Sonsuz “iyiliğin” beni rahatsız ediyordu artık.”Otursana biraz sana bir şey söyleceğim.” Demiştim. Senin yanımda olmadığın beş dakika içinde iyice düşünmüştüm. Bu iş bugün bitecekti.
“Kalkalım yolda anlatırsın.” demiştin. “Ya, otur dedik işte.” Sinirlenmiştim. Sözlerimi jestlerle süslemek için elime havaya kaldırdığımda masada bulunan vazo devrilmişti. Lanet olasıca vazodaki karanfil gerçekti ve vazoda su vardı. Elbetteki aksi düşünülemezdi ve su üzerime dökülmüştü. Hiç şaşırmamıştım ve bir tepki vermemiştim. Sen bir peçete alıp üzerimi temizlemeye çalışmıştın telaşla. Hışımla elindeki mendili çekip almıştım. Öylece kalmıştın. “Reşat ne yapıyorsun?” Seni kırmayı başarmıştım.
“Asıl sen ne yapıyorsun?”
“Sana yardım etmeye çalışıyordum.”
“Hayır. Genel olarak soruyorum? Neden bu kadar iyisin? Neden her yaptığım hatayı göz ardı ediyorsun?”
“Bunu mu sorun ediyorsun? Üzülmeni istemiyorum hayatım.”
“Bahar, bu hikâyenin kahramanı sensin. Ben yardımcı roldeyim. Asıl benim senin üzülmemeni sağlamam lazım.“
“Ama ben bu şekilde mutluyum. Hayatım, inan bana. Olması gereken bu.”
“Hayır hayır. Senin hak ettiğin, basit bir organizasyonu bile eline yüzüne bulaştırmayan birisi. Senin için bir hediye almayı unutmayan birisi .Karşılaştığı zor durumlardan sıyrılmayı başaran birisi. Sen mükemmel birisini hak ediyorsun.”
“Hayatım saçmalıyorsun. Bunlar hakkında tek kelime ettim mi ben sana? İnan bana dert etseydim yüzüne söylerdim. Ama bunların benim için en ufak bir önemi yok. İnan bana.”
“İşte sorunda bu ya. Oturduğumuzdan beri düşünüyorum. İlk başlarda kendime kızıyordum. Sonra fark ettim ki,hayır. Öfkem kendime değil Bahar, öfkem sana. Sana kızgınım. Suçluluk duyuyorum ama suçluluk duydukça sana daha çok öfkeleniyorum.” Kendimi kaptırmıştım. Sesimde hafifçe yükselmiş, diğer masalardaki insanların bize bakmalarına sebep olmuştu.
“Reşat, dışarıda konuşalım mı?”
“Neden? Artık benim rezilliklerimi o müthiş hoşgörünle göz ardı etmeyecekmisin? Sana bir şey soracağım. Daha önce de aklımdaydı ama bugün sormak konusunda tereddütüm yok. NEDEN BENİMLESİN?” Yıkılmışlık ve büyük bir hayal kırıklığı gözlerinden ve ses tonundan anlaşılıyordu : “Reşat…”
“Aslında var ya. Ben cevabını biliyorum. “Bahar Gönder zavallılara yardım projesinin bir parçasıyım.” Nereden aklıma gelmişti bu?
“Reşat, hiç böyle bir şey düşünmedim. Sen ne zaman bu kadar acımasız oldun? Bunu bana nasıl söylersin? Sorununun kaynağı ben değil sensin” kırgınlığın kızgınlığa dönüşmüştü. Nihayet bana sevgi değil nefret besliyordun. Hoşuma gitmişti ve gaza gelmiştim. Sesim iyice yükselmişti: “Hayır efendim, sorunun ta kendisi sensin. Sorun, seninleyken benim nasıl hissettiğim. Anladın mı? Kendimi bir boka yaramaz, gerizekalı hissediyorum…” demiş ve seni ağlatan kısmı haykırmıştım “… ve bu BENİM SUÇUM DEĞİL!” Hızımı alamamıştım.”İnsanlar,‘bir boku beceremedi, arabayı tamir edemedi, diyorlar. Seninle ne zaman bir yere gitsek insanlar ‘ne işi var bu kızın bu öküzle?’ diye bize bakıyorlar.”
“Kimin ne dediği umrumda değil! Söyledim sana.”
“Umrunda olmasını istiyorum Bahar. Durumu olduğu kabullenmeni istemiyorum. Artık dayanamıyorum Bahar. Yeter artık. Artık sana layık olmadığımı düşünüyorum.” Dünyanın geri kalanı için kısa ama bizim için uzun bir sessizlik olmuştu. O sessizliği, ilk defa ağzını bozarak, sen bozmuştun:
“Sen kafayı yemişsin. Cehenneme kadar yolun var!
14 Ocak 2012 Cumartesi
Hristofyas,Makarios
Küçükken Süleyman Demirel'in kardeşi zannederdim hep o sempatik yüzünü gördükçe. oğlunun deyimiyle küçük bir cemaati devlet olmaya taşıyan adamdı . Fakat çiğ süt emmiş insan,uğruna yıllarca mücadele verdiği halkı üzdü onu sonraları. Daha önce de beraberdiniz, acımasız da kestiler biçtiler sizi. Dünya aynı kirli dünya. ne değiştiki de siz, sizi tekrar katletmeyeceklerine inandınız da "Yes be Annem" dediniz? de üzdünüz bu tonton adamı. Ölüm döşeğinde bile Hristofyas,Makarios diye sayıklamış.Neyse,Cennette Mücahitlerinle buluştu.Allah rahmet eylesin....Bu arada "Yes be Annem" ile "Yetmez ama evet" çok benzemiyormu iszce de..İkisi de AKP döneminde olduğu için olabilir mi?....
13 Ocak 2012 Cuma
Ordinaryüs ve "Katil"
Yaşlı bir adam ve ona hastalığında yardımcı olan Kadirşinas, kötü gün dostu bir adam...Kötü gün dostu, bize söylemiyorlar ama adam öldürmüş heralde. 49 ila 153 yıl ile yargılanıyor. Yaşlı adam ise kalbinde minnet ve özlemle göçtü öbür tarafa. Kötü güden her gününde yanında olan adamı son bir kez göremeden.Ve şöyle vedalaştı dostuyla "...Haluk hayatımı yazıyor, yakında basılacak. Sen de bir kaç satır yazarsan bu kitap için sevinirim. Yanına gelemiyorum ama sana torunum Özlem’le bir resmimi ve mektubumu gönderiyorum. Benim için yaptıklarını unutamam asla. Ne kadar ömrüm kaldı bilemem. Hakkını helal et yeter benim için...."
12 Ocak 2012 Perşembe
Pulp Fiction
1994 senesinde ortaokul açğıda bir çocuk olan benim için, bir filmde en ilgi çeken şey nedir diye sorarsanız, bir polisin bir zenciye tecavüz etmesidir derim.
Belediyemizin süper bir hizmeti olarak CINE 5'i şifresiz olarak evlerimize getirmesi, film kültürümün gelişmesi açısından oldukça etkili olmuştu. Sürekli gişe başarısı elde etmiş filmleri veren CINE5'in önümüzdeki ay "Pulp Fiction"u yayınlayacağız duyurusu, benim pek ilgi çekici olmadı açıkçası. Fakat Cannes Film festivalinde yakaladığı başarı ve gelen Oscar adaylıkları yavaş yavaş ilgi uyandırmaya başlamıştı bende. Ayrıca filmde tanıdığım sadece iki oyuncu vardı: John Travolta ve Bruce Willis.
Gelelim yazımın başında belirttiğim o sahneye: Mahallede arkadaşlarla buluştuğumuzda, bir arkadaşım "Oğlum, bir film izledim polis bir zenciyi domaltıp,çat çat çakıyordu." dedi. Tabii Pulp Fiction'dan bahsetiğini bilmiyordum ve erotik bir filmden bahsettiğini sanmıştım. Meğerse zencide erkekmiş!
Sonra filmi izlemek nasip oldu. İlk izlememde bir şey anlayamadım çünkü ortadan başlamıştım. John Travolta'nın önce ölüp sonradan tekrar ortaya çıkmasını anlayamamıştım. Teyzeoğluyla filmi konuşutğumuzda o açıklamıştı filmin 3 ayrı hikaye anlattığını. O zaman taşlar yerine oturdu ve filmi tekrar baştan izledim. Bayıldım. Film ilginçlikler ve süprizlerle doluydu. Ayrıca Dublajlı versiyonunu izlediğim için hayranlığım bir o kadar arttı.Şu sahneyi lütfen rahmetli Alev Sezer ve Mehmet Ali Erbilin seslerini düşünerek okuyunuz...Alev- Bruce,John-Mehmet Ali
Bruce Willis : Birşey mi var arkadaşım?
John Travolta: Arkadaşın olduğumu sanmıyorum dallama!
Yeni Issız Adamlar...
* Kendini ifade etmek için sürekli "İçindeki çocuk"tan icazet alan, "pis" sakallı "paspal" giyimli şarkıcılar türedi son günlerde. Aynı "paspal" şarkıcıların, sürekli kendini tekrar eden, "ajitasyon" kokan ve oldukça arabesk, beylik dizeleri, genç kızların ve "belli bir yaştaki" bayanların en çok sevdiği sözler oldular. Yıllarca arabesk şarkıcılarla dalga geçen yurdum bayanlarının, bu gizemli adam ayaklarına yatan paspal adamların sözlerine "aşık" olmaları birazda süslenmiş anlatımlarından kaynaklanıyor sanırım.
* Popüler olmak gibi bir amaçları olmamasına karşın(ki takdir ettiğim tek özellikleri bu) bu adamlar, özellikle internet dünyasında popüler oldular. Şimdi size "beylik sözler"le ne demek istediğimi açıklayayım.
* Başta da belirttiğim gibi bu admlar sürekli "içindeki çocuktan" icazet alırlar. Ee,içinde çocuk olan adamın "içinde büyüyen çığlıklar" olmaz mı? Bağırır o çocuklar çıkarın beni bu pis bünyeden diye.
* Sevgili dostlarım hepimiz bazı şeyler yaşadık ve yaşayacağız. Ama "gizemli adamımız" bunu "yaşanmışlıklar" olarak ifade eder ki daha süslü olsun kızlar daha çok bayılsın.
* Bu pis sakallı paspal adamların teknolojiyle de araları yoktur. Bırakın SMS'i e-maili, bu adamlar mektup bile kullanamazlar. Bunların mesaj iletim araçları rüzgardır. Bir söz yazarlar ve bunu rüzgara emanet ederler. Ve bu da dizelerine "sana bir söz yazdım,yolladım rüzgarla" olarak yansır.
* Bir de bu adamlar oldukça dikkatsizdir sevgili dostlar. Artık nasıl bir yerde yaşıyorlarsa ve orada nasıl bir belediye iş başındaysa her yerde bir "dipsiz kuyu" vardır ve bu talihsiz adamlar sürekli o kuyulara düşerler.Evet, sürekli "dipsiz kuyular"a düşerler. Ayrıca sürekli kuyuya düşmekten olacak "virane"dirler. Alkolden olduğu yüksek ihtimaldir bu viraneliğin,az iç pezevenk demek gelir içimden ama susarım! Kendilerinin içmesi yetmiyormuş gibi zavallı martılara da içki ikram ederler bu vicdansızlar. Yanlarına sokulan martılara "rakıya bandırılmış simit" parçası atan gizemli adamları "martıları sarhoş" eder ve bu sarhoşluk "martılar sarhoş" olarak dizelere yansır.
* Son olarak sevgili dostlar bu adamların en verimli olduğu ay Eylül ayıdır. "Bir Eylül akşamı" diye girerler dizeye "deli rüzgar" diye çıkarlar ki burada kendisiyle çelişir paspal, daha önce "sözlerini" emanet ettiği rüzgara deli diyerek. Eylül ayının da bazı zorlukları vardır. Sürekli "üşür" bu adamlar. "Gizemli adam" imajlarını perçinlemek için, Ahmet Yılmaz ve Mehmet Çağçağ karikatürlerinden fırlamış misali giydikleri (hani o rıhtımın ucunda deniz fenerinin yanında rüzgara karşı pardesülerini uçuşturan adamlar) pardesülerine rağmen sürekli "üşür" bu adamlar şarkı sözlerinde.(Bir kazak giyeydin altına be yavrum!)
* Öyle cüretkardırlar ki,sesleri güzel olmamasına rağmen cesurca şarkılarını seslendirirler. Bakmayın ağlamaklı şarkılar söylediklerine. Bu "Otis Abi" kılıklı adamlar herkesten fazla "skor"a sahiptir... Ağlamaklı söylemek dedim de,bunların şarkılarının nakaratında birde "Aaaaaaayy,aaaaayy!" diye anırdıkları bir bölüm vardır. Marc Anthony'de erkek,sen de erkeksin ama adam bülbül gibi şakırken sen anırıyorsun be "Gizem". Kusura bakma.
* Sonuç biraz uzun olacak...Şu hayatta 3.tip erkek gözlemledim.
* 1.)Hassas,duygusal,düşünce
* 2.)Yalan atan erkekler (Bu tip adamlar bayanların şifresini çözmüş adamlardır. İlişkinin başında bayanların "istedikeri" gibi bir adam olurlar,[ki bu adamlar 1.maddede tanıtılmıştır] zamanı geldiğinde [ki bu zaman da bayanların Hassas,duygusal,düşünceli ,duyarlı bir sevgili istemediklerini anladıkları zamandır] dönüşüm geçirirler ve umarsız, düşüncesiz,peşinden koşan değil peşinden koşulan olurlar.)
* 3.) Öküz oğlu öküzler. (Genelde beşik kertmesi ve görücü usulüyle evlenirler,bölgesel değişikliklere göre içki,kumar ve dayak en belirgin özellikleridir. Kadın ruhunu bırak kadının bir insan olduğunun farkında değildirler.Ha,totalde 1.maddedeki arkadaşlardan daha çok seks yaparlar o ayrı)
* Üzülerek belirtmeliyim ki bayanların büyük çoğunluğu iç güdüleriyle hareket eder. Hani türk futbol takımları kanat oyuncusu aralar,ama aldıkları oyuncu orta saha oyuncusu çıkar ya,bayanların sevgili arayışı da böyledir. 1. maddedeki erkeği ararlar sürekli ama 2. maddedeki adama tav olurlar. Demek istediğim yazının başında belirttiğim "pis sakallı" "paspal" şarkıcılar 2.madde adamıdır.Onların "yaşanmışlıkları" üzüp terk ettikleri kızlardır. "bir söz yazıp rüzgara teslim" etmeleri de duydukları pişmanlıkların dışa vurumudur. Kabiliyeti olanlar şiir yazar,şarkı yapar,kabiliyetsizler de alkol alıp eski şarkıları dinlerler ....
Laff-a-lympics
Adının sonradan Laff a lympics olduğunu öğrendiğim bir çizgi film vardı. Genel de Scooby doo'ların galip geldiği, arada da olsa bir diğer takım olan Ayı Yogilerin birinci olduğu bu çizgi filmde yarışan bir de üçüncü takım vardı ki o da Gerçek kötüler adında,Hanna- Barbara'nın çizgi filmlerinde yer alan kötü karakterlerin oluşturduğu bir takımdı. İşte benim takımım oydu. Adlarının kötü olduğuna ba...kmayın,sürekli kaybederlerdi. Onlar kaybedendi. Çocuklara yönelik bir yapım olduğu için kötüler asla kazanamazdı ve onlar,yaptıkları hilelere ve dolanlara rağmen sürekli yenilirlerdi. Ben asla vazgeçmezdim. Kötü de olsa onlar mazlumdu,kaybedendi. Evet bir iki kere Scooby'leri,Bir kaç kere de Ayı Yogi'leri desteklemiştim ama galip gelemeyen bir ekip vardı orta da ve desteklenmeleri gerekiyordu. Yenildikçe yenildiler, Şimdi tam hatırlamıyorum kaç hafta sürdü, kaç bölüm çekilkdi ama ben hiç vazgeçmedim. Fakat bir gün geldi onlarda yendi. gözlerime inanamamıştım ve çok sevinmiştim. Hemen sokağa fırlayıp arkadaşlarımla paylaştım,onlarda izlemiş ve çok sevinmişlerdi. Velhasıl o zamanlar ilkokul çağında çocuktuk ama kaybedenin yanındaydık, şimdi olduğu gibi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)